Bu ülkede yaşayan herkes, Hürriyet gazetesi ve onun ait olduğu medya grubunun siyasi konum almaktan, siyasete müdahale etmekten çekinmediğini gayet iyi bilir. Bunu yaparken, çoğu zaman etik değerlerle kendini çok fazla sınırlamadığı da gene bilinen bir gerçektir. Bu konuda verilecek örnekler bu yazının sınırlarını çok aşacağı için, saymaya başlamanın yararı olacağını sanmıyorum. Sadece, Tansu Çiller/Mesut Yılmaz çekişmesinin dorukta olduğu, Türkiye'de merkez sağ seçmenin ANAP ve DYP arasında bölünmüş olduğu, 1995 seçimlerini hatırlamak faydalı olabilir. Çekişmeli geçen seçim kampanyasının bitiminde, seçim yasakları gündeme geldi ve son iki gün kamuoyu yoklaması yayınlamak yasaklandı.
Seçime bir gün kala, bir süredir Hürriyet ile aynı medya grubuna ait olan Milliyet gazetesini alanlar çok fena şaşırdılar çünkü gazetenin baş sayfası, devasa puntolarla "ANAP başta gidiyor" manşetiyle kaplıydı. Soruşturma açıldı, gazete toplatılmaya çalışıldı, o güne dek Türk medyasında "saygın" tavrı olan Milliyet gazetesinin içine düştüğü hale içlenildi. Ancak elindeki medya gücünü siyasi partilerin emrine vermekten çekinmeyen, bunu da yasaları çiğneyerek yapan bir medya grubu da iyice teşhir edildi. Seçimlerde ANAP değil DYP daha fazla oy aldı, ancak birinci parti de Refah Partisi oldu. Medya grubu da kaybetti, medyanın saygınlığı da kaybetti, siyasi hareket olmadan, sermaye ve medya gücüyle siyaset yapma da kaybetti. Ancak Türk demokrasisi, Türk halkı kazanmadı. Sadece gördüklerini, anladıklarını bir tarafa yazdı, 2002 seçimlerinde de, ondan sonra yapılan her seçimde de unutmadığını gösteriyor.
On yıllardır siyasette daima aktif ve öncü rol oynamış bir medya grubu, şimdilerde neden "bizden ne istiyorsunuz" feryadıyla seçimlere üç hafta kala ortaya çıkıyor anlamak kolay değil. Sanıyorum Türkiye'de, siyasi parti olmayıp siyasete soyunan, daima bir tür "vesayet" oluşturmaya çalışan, kendisinde var olmayan bir güç vehmeden tüm oluşumlar aynı dertten mustarip.
Siyaset yapmakta bir sorun görmüyorlar, ancak kendilerine siyaseten karşı çıkıldığında, bir anda mağduriyet zırhına bürünüyorlar.
12 Eylül darbesi, bugün Türkiye'de vicdanı olan herkesin reddettiği, bize on yıllar kaybettiren bir girişim olarak genel kabul görüyor. Askeri vesayetin siyasetten kaldırılması ise, 1960 ihtilalinden itibaren altmış yıllık bir süreye mal oldu. Yargı üzerinde oynanan oyunlar, devlet aygıtında örgütlenen paralel yapılar, büyük ölçüde 12 Eylül rejiminin getirdiği merkeziyetçi, buyurgan, halkın seçiminin önüne bürokrasinin hegemonyasını yerleştiren sistemin uzantıları oldu. Bunlardan kurtulmak için Türk toplumu mücadelesini sürdürüyor. Büyük mesafe de kat etti, ancak bu mücadele, vesayet kurumları siyasetten elini çekene dek süreceğe benziyor.
Bugün Türkiye'de siyaset, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı destekleyen halk kitleleri ve ona muhalif mahfiller arasında bölünmüş bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Yeni Türkiye" olarak adlandırdığı siyasi tavır da buna işaret ediyor. Bir yanda, halkın iradesinin her seçimde daha güçlü biçimde desteklediği demokratik meşruiyeti olan iktidar bulunuyor. Diğer yanda, tüm siyaset Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti'ye muhalefet olarak belirginleştiği için, birbirleriyle her türlü ittifaka girmekten kaçınmayan siyasi partiler ve tedhiş yaratmayı hedefleyen paralel örgütlenme bulunuyor. Medya da bölünmüş durumda, iktidarı yermeyen bütün medya kuruluşları, hedef gösterildiğinden son derece mutsuz olan Hürriyet başta olmak üzere muhalif basın tarafından her gün yerin dibine batırılıyor. Bu açıdan bakıldığında bir sorun olmuyor. Yalnızca, Türk siyasetinde ne yapmaya çalıştığı sorulduğunda, medyanın muhalif kesiminde büyük bir infial oluşuyor. Demokrasi anlamında, "yüzde elli iki ile seçilen Cumhurbaşkanı idama mahkûm edildi" diye yazmakta bir beis yok, ancak bu cümlenin ne anlama geldiği Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından teşhir edildiğinde, basın özgürlüğü yara almış oluyor. Seçimlere kadar, metanet ve sükûneti muhafaza ederek Türk halkının yargısını beklemek, giderek kimilerine çok zor gelmeye başladı...