Türkiye, savaşa sokulmak isteniyor.
Hiçbir biçimde taraf olmadığı ve düzeltmesine imkân olmayan bir çatışmanın içine girmesi için yapılan baskı giderek artıyor. Bu baskının, ne olduğu ve kimin ne yapmak istediği de belli değil. Son olarak, Başkan Sarkozy'yi Libya savaşına katılmak için ikna etmesiyle ünlü Fransız filozof Bernard Henri Levy, Türkiye'nin Kobane'yi kurtarmak ve IŞİD'i yok etmek için kara kuvvetlerini seferber etmesini ve savaşa girmesini istedi.
Bir filozofun bunu istemesi kendisi açısından bir anlam ifade edebilir, uluslararası ilişkiler açısından bir ağırlığı yoktur denebilir. Ancak ABD başta olmak üzere Batı medyası, iki haftadır Türkiye'yi neredeyse Suriye'nin kuzeyinde gerçekleşen katliam için birinci derecede sorumlu tutar hale geldi.
İki gündür, Corriere della Sera'dan the Guardian'a, Le Figaro'dan New York Times'a kadar bütün önemli batı medyası organlarında Türkiye'nin "savaşa girmekteki isteksizliği" hedef gösteriliyor.
Muhtemelen, bugün Suriye ve Irak'ın içine düştükleri durumdan çıkartılmaları için bir değil, üç adet ayrı Türk Silahlı Kuvvetleri gerekecektir. Bu silahlı kuvvetleri o ülkelere göndermenin de neyi halledeceği ayrı bir merak konusu... ABD, bütün askeri gücüyle zaten aciz durumda bulunan Irak ordusuna saldırdıktan sonra tüm Irak'ı üç haftada ele geçirdi. Bir "demokrasi inşası" süreci başlattı.
Bugün varılan nokta, askeri yöntemlerle demokrasi inşa etmenin, işgal ordularıyla insanlara özgürlük getirmeye çalışmanın ne kadar caniyane sonuçlar verebildiğini gözler önüne koyuyor.
Türkiye, 49 Konsolosluk mensubunu rehin tutulmaktan kurtardı. Bunu yapmadan önce, IŞİD denilen cinayet örgütüne karşı eli kolu bağlı bir durumdaydı. O dönemde, çok sayıda yerli ve yabancı yazar, kanaat önderi, inanılmaz komplo teorileri oluşturarak Türkiye'nin, IŞİD ile savaşmamak için diplomatlarını bilerek rehin bıraktığını dahi yüzleri kızarmadan savundular. Diplomatlar özgürlüklerine kavuştuktan sonra, alelacele oluşturulan ve ne olduğunu kimsenin bilmediği "IŞİD karşıtı koalisyon"a Türkiye'nin katılması istendi. Bu aşamada, aynı komplo teorisyenleri, Türkiye'nin kati surette bu koalisyona katılmayacağını, zaten bir NATO ülkesi olmaması gerektiğini söylediler.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD seyahatinde bu koalisyonun içinde, hattâ merkezinde olacağını açıkladı. O açıklamadan itibaren, Türkiye'de iktidara karşı harekete geçmiş olan propaganda makinesi, büsbütün hızlandı ve "toptan savaş" denebilecek bir strateji oluşturdu. Her altı saatte bir, değişik bir mesaj yayınlayarak bütün müttefiklerinin kafasını karıştıran, çünkü kendi kafası da son derece karışık olan ABD yönetimi, kısa vadede Türkiye'nin savaşa girmesini ve Kobane'ye koridor açmasını önerdi.
Türkiye, sadece hava saldırısı ve açılacak ufak bir koridorla bu aşamada hiçbir şeyin hallolmayacağını ifade ederek, Cumhurbaşkanı'nın ağzından üç adımda bir strateji önerdi. Birinci adım, uçuşa yasak bölge oluşturularak, Esad yönetimiyle hâlâ bağlantıda olduğu belli olan IŞİD'in hava desteği almasını engellemek.
İkinci adım, bir tampon ya da güvenli bölge oluşturmak. Üçüncü adım da, bu bölgeye Suriye halkının yerleşmesini sağlamak, bu güçleri "eğit/ donat" süreci çerçevesinde kendi kurtuluş savaşlarını vermeye, kendi demokrasilerini kurmaya hazırlamak...
Bugüne dek, Suriye konusunda hiçbir ülke ya da kanaat önderi, bu kadar uzun vadeli ve sağlam bir strateji önermedi. Böylesi bir strateji çerçevesinde, Beşar Esad'ın artık yönetimde olmayacağı bir Suriye için Türkiye, diğer müttefiklerle birlikte koalisyonun motor gücü olmaya talip.
Zaten insani yardım açısından inanılmaz bir performans gösteren Türkiye'ye ve iktidarına, her gün çeşitli mahfillerden yapılan baskılara ve atılan iftiralara da, Türkiye kamuoyunun "artık yeter" demesinin vakti geldi.