Türkiye'nin AB hedefi ve dış ilişkileri başta olmak üzere, siyasi gelişmesi konusunda dört yıla yakın süredir köşe yazısı yazıyorum. Görevlerim ve mesleğim gereği, hayatımın önemli bölümünü yurtdışında, temel olarak AB'nin başkenti Brüksel'de geçirdim. AB ülkelerinde ve ABD'de, sayısını hatırlayamayacağım kadar siyasi toplantı, seminer ve konferansa konuşmacı ya da katılımcı olarak iştirak ettim. Son derece güç koşullarda nasıl siyaset yapıldığını yerinde izleyebildim. Başta 11 Eylül 2001 saldırısı olmak üzere, uluslararası büyük krizlerin ve felaketlerin nasıl yönetildiğini gördüm. Bütün bu yaşadıklarıma rağmen, muhalefet yapmak amacıyla siyasetin Türkiye'de içine itildiği ilkesizlik düzeyine baktığımda, derin bir şaşkınlığa düşüyorum. Bir demokraside, bütün etik değerlerin unutulduğu bir sürece nasıl girdiğimizi anlamak da kolay değil. İnternet üzerinden servis edilen ve Başbakan Erdoğan ile ailesi arasında geçtiği öne sürülen bir konuşma, bir anda ülke gündeminin en tepesine oturdu. En başından beri, bu tür sosyal mecralara düşen, kaynağı ve gerçekliği belirsiz ses ve görüntü kayıtlarına itibar edilmemesi, bunlar suç unsuru taşıyorlarsa kovuşturulması gerekirken, toplumda bu tür ithamlar üzerinden şiddetli tartışma başladı.
Sosyal medyaya düşen ve kişileri zor durumda bırakması hedeflenen görüntü ve ses kayıtlarının Türk siyasetini etkilemesi yeni değil. Deniz Baykal, ne olduğu da anlaşılamayan bir görüntü kaydının internete düşmesi sonucu Genel Başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Böylesi seviyesiz şantajların ciddiye alınmasıyla Genel Başkan seçilirseniz, muhalefeti de bu araçlarla yapmaktan çekinmezsiniz. Gerçek olmadığı muhtemel bir ses kaydının TBMM çatısı altında dinletilmesi de, demokrasi ve hukuk anlayışına ne kadar uygun, kamuoyunun takdirlerine bırakıyorum. Böylesi bir siyaset yapma anlayışını, referans aldığımız, parçası olduğumuz Batı demokrasilerine nasıl izah edeceğiz, düşünmeden edemiyorum. Yalnız bu noktada ortaya bir sorun çıkıyor: Demokratik işleyişin tümüyle "çürümüş" olarak gösterilmesi, bugün iktidarda olsun, muhalefette olsun hiçbir legal siyasi gücün işine yaramaz. İnternete düşen her türlü ses kaydı, görüntü ve benzeri belgeler, zaten kutuplaşmış, bölünmüş olan Türk toplumunu daha da bölmenin ötesinde bir işlev görmez. İktidarı destekleyen seçmen kitlesi bunun Goebbels'i kıskandıracak nitelikte bir kara propaganda olduğuna inanacak, muhalif kesim bunu hükümeti devirmek için bir fırsat olarak değerlendirecektir. Oysa bu tür gelişmeler, kayıt ve belgeler, eğer bir suç unsuru içeriyorlarsa, demokrasilerde bağımsız yargı tarafından soruşturulur, gerekirse kovuşturulurlar.
Bağımsız yargıyı, bir siyasi enstrüman haline getirerek AK Parti'yi kapatmak ve iktidardan düşürmek hesapları yapanların, yargının bağımsızlığına demokratik bir toplumun ne kadar ihtiyacı olduğunu bugün belki gördüklerini ve anladıklarını düşünmek istiyorum. Kamuoyunda "bağımsız" olarak algılanan ve kabul edilen bir yargı sisteminin eksikliği, olabilecek en büyük açmazdır. Demokrasi, kurallarına göre oynandığı sürece istikrar ve uzlaşma sağlar. Demokrasilerde, iktidar mücadelesini, bir şantaj örgütü kurduğu artık açıkça belli olan korsan muhalefet işbirliğiyle yapmak isterseniz, o mücadeleden mutlaka yenik çıkarsınız. Çünkü hiçbir demokratik hareket, demokrasi dışı, etik dışı, hukuk dışı her türlü girişimi mubah gören bir stratejiye sırtını dayamaz.
Eğer anti- demokratik yapılanmalardan, demokrasi mücadelesi için destek beklerseniz, hem mücadeleyi, hem demokrasiyi kaybedersiniz. Bunun siyaset tarihinde meşum örnekleri vardır. Sanırım en kötü senaryo da budur...