Avrupa Birliği, kırk yılı aşkın bir süredir, AB ülkelerinin bir "bilgi toplumu" haline gelmesi için çalışıyor.
Bu anlamda, giderek kalitesi artan, hayatın çeşitli dönemlerinde tekrar devreye sokulabilen bir yüksek öğrenim sistemi hedefliyor. Her AB ülkesi neredeyse kendi başına bir gelenek oluşturan değişik öğrenim ve eğitim sistemlerine sahip olduğu için, eğitimin "yeknesaklaştırılması" hiçbir zaman söz konusu olmadı.
Bunun yerine, yüksek öğrenim kurumlarından başlayarak, lise ve meslek öğreniminde karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesini hedefleyen bir yaklaşım benimsendi. Bologna süreci ve onun öncesinde yürürlüğe konmuş olan Erasmus, Comenius ve Leonardo gibi değişim programları, bu yaklaşımı güçlendiren aygıtlar oldular.
AB, 2020'de ortalama yüksek öğrenim gören nüfusun % 40 düzeyine ulaşmasını hedefliyor. Bugün bu oran % 35.8 dolaylarında; 2009'da % 31.2 olan oranın, on yılda üçte bir oranında artması hedefleniyor. Yüksek öğrenim, AB'de temel olarak dört ilke etrafında şekilleniyor:
Birincisi, istihdam piyasasına hazırlanma, ikincisi, demokratik bir toplumda etkin yurttaşlar olarak görev alma, üçüncüsü kişisel gelişim sağlama, dördüncüsü de sağlam ve derin bir bilgi birikimini destekleme ve geliştirme olarak ortaya konuyor.
Yüksek öğrenim, AB'de demokratik ve sağlıklı bir toplum yapısının sürdürülebilmesi için giderek daha fazla önem verilen bir alan haline geldi.
Türkiye ise, 2005'te % 18.9 olan yüksek öğrenime katılım oranını, sekiz yılda % 35.5 oranına taşıyarak neredeyse AB ortalamasını tutturmayı başardı. Bunda, sayıları 170'i geçen yeni üniversitelerin Türkiye'nin tüm illerinde açılmış olması büyük etki sağladı. Bugün üniversitelerde lisans ve ön lisans programlarında kontenjanlar, aday öğrenci sayısını rahatlıkla karşılayacak düzeyde bulunuyor, önemli sayıda kontenjan da boş kalabiliyor.
Türkiye'nin üniversite eğitiminde bu denli hızlı ve derin gelişmenin yarattığı sorun, üniversiteleri denetleyecek bağımsız bir veya birden fazla değerlendirme kuruluşunun bugün var olmaması... YÖK çerçevesinde yapılan tüm çalışmaların, AB değerlendirme raporlarında da belirtildiği gibi, bağımsız bir "akreditasyon" sistemine bağlanması muhtemelen yakın vadede gerekli olacak.
Ne var ki üniversiteye giriş konusunda yapılan tartışmalar, tümüyle giriş sınavına hazırlanmak için aday öğrencilerin devam ettiği ve "hazırlık sınıfları" işlevi gören dershaneler üzerine yoğunlaşıyor.
Bu sistem, "geçici" olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen kırk yıla yakın bir süredir varlığını sürdürüyor. AB ülkelerinde karşılığı yok. Üniversite kontenjanları, talebe göre çok daha az sayıda iken, ücretli bir eğitim olan dershanelerin destekleyici bir işlevi olduğu hep ortaya sürüldü. Bu sistem, giderek lise son sınıflardaki öğrencilerin müfredatı takip etmeyip, sadece çoktan seçmeli sorulara cevap verme yeteneklerini geliştirdikleri bir formasyona yönelmelerine yol açtı. Lise eğitimi bundan çok ciddi zarar gördü.
Bugün, AB'nin ortalama standartlarını tutturması gereken onlarca yeni üniversite varken, kimsenin bundan bahsetmemesi, lise eğitiminin düzeyinin tartışılmaması, ancak sadece garip bir sistem olan "dershanelerin" ayakta kalmasının istenmesi, çatışmanın eğitim sistemi hakkında değil, siyasi düzlemde olduğunun başlı başına göstergesi...