Avrupa Toplulukları Adalet Divanı, son aldığı bir kararla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından vize istenmesinin, hukuka aykırı olmadığına yönelik yeni bir içtihat oluşturdu. 1986 yılı Meryem Demirel kararından bu yana, Adalet Divanı daima Türkiye'nin hukuki haklarına sahip çıkan, ancak uygulamada esneklik tanıyan kararlar alırdı.
Belki ilk kez, "siyasi" diyebileceğimiz mülahazalara yenik düşen bir karar alındı Adalet Divanı'nda. Neden? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vizesiz seyahat hakkı, AB ülkelerine nasıl bir sıkıntı oluşturabilir? Vizesiz yolculuk yapmak için, geçerli bir seyahat belgesine sahip olmanız ve girdiğiniz ülke sınırında bunu yetkililere göstermeniz gerekir. Her ülke, eğer kendi güvenliğine sakıncalı telakki ederse, üçüncü ülke vatandaşlarını sınırdan çevirme hakkına sahiptir. Vizesiz seyahat, sadece üç ay süreyle AB ülkelerinde ikamet hakkı doğurur. Başka da hiçbir hak tanımaz. O halde, meşru yollardan AB ülkelerini ziyaret edecek Türk turistlerinin ve işadamlarının vizesiz seyahati neden bu denli ciddi bir muhalefetle karşılaşmaktadır?
AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'ın bu konudaki çok ciddi çabaları, vize konusunu siyasi bir çözüm aşamasına getirmişti. Meryem Demirel davasıyla başlayan olumlu içtihat, daha fazla üzerine gidilip, mahkeme aracılığıyla daha sağlam bir zemin kazanılmaya çalışılmasaydı, belki hukuki süreç, siyasi süreci destekleyecek düzeyde kalırdı. Şimdi ise ATAD kararı, müzakerelerde vize sorununu tümüyle siyasi bir karar haline getirmiş, çözüm sürecine ilave bir boyut katmıştır.
Türkiye ile AB'nin yakınlaşması, eğer bir müzakere faslının açılması yıllar alacak, gayet masumane vizesiz seyahat hakkı devamlı askıda tutulacaksa nasıl gerçekleşebilecektir? AB yöneticilerinin, ilişkilerimizin giderek derinleşen bir atalete girmesini engellemek konusunda muhakkak bir bildikleri bulunmaktadır. Türkiye ile üyelik müzakereleri açılırken, AB bu müzakerelerin "açık uçlu" olacağını, yani sonucunun olumlu olacağının garantisi bulunmadığını belirtmişler, ancak hemen sonraki cümlede, üyelik gerçekleşmese dahi, Türkiye'nin olabilecek en güçlü bağlarla AB'ye bağlanması gerektiğinin altını çizmişlerdir.
Bu "en güçlü bağlarla AB'ye raptetme" yaklaşımından AB'nin anladığı, eğer bugünkü strateji ise, bunun vahim bir "ötekileştirme" dışında sonuç vermesi zor görünmektedir. Bu yüzden, Türk medyasında AB'ye alternatif olması umut edilen bazı bütünleşme perspektifleri ortaya atılmakta, bunlar da gene AB medyasında ciddiye alınarak tartışılmaktadır. Bu gelişmeler, bir "fasit daire" oluşturarak hem AB, hem de Türk kamuoyunu birbirinden soğutmak dışında bir işlev görmemektedir.
Bu tehlikeli gidiş, Türkiye'nin bölgesinde, bir kısmı AB üyesi olan tüm ülkelerden daha iyi işleyen bir demokrasi olduğunu ve ekonomisiyle, sosyal gelişmesiyle "istikrar ihraç etme" yeteneği olan yegâne merkez olduğunu tümüyle göz ardı etmektedir. Yeni bir dünya düzeni oluşurken yaşanan kaotik gelişmeler, demokratik rejimlerle diğerleri arasındaki farkları iyice belirgin hale getirmiştir. Demokratik rejimlerin birbirine sahip çıkma zorunluluğu çerçevesinde, Türkiye-AB ilişkilerinin normale avdet etmesi için, AB yöneticilerinin olumlu adım atmaları, Türkiye'nin de haklı mücadelesini yılmadan sürdürmesi gerektiğini düşünüyorum.