Türkiye'de, 2001'de yaşanan ekonomik kriz bir milat oldu. 1999 depreminde halk, devlet mekanizmasının çalışmadığını anlamıştı. Üstüne gelen ve çok kötü yönetilen 2001 krizi, toplumda benzeri görülmemiş bir infial uyandırdı. 2002 Kasım ayında gerçekleşen erken seçimler, Türk siyasetini kalıcı ve derin biçimde değiştirdi.
Türk siyasetindeki ayrım çizgisi, "eski devlet" anlayışının temsilcisi CHP ile yeni bir siyaset yapmak için yola çıkan AK Parti arasında çizildi. Bugün de, MHP'nin de mecliste temsiliyle, bu ayrım çizgisi çok değişmeden sürüyor. AK Parti hükümeti iş başına geldiğinde, "yeni" bir siyaset yapmak için yola çıkmıştı. Bir yandan IMF ile başlayan kamu maliyesinin ıslahı politikası, diğer yandan AB uyumu çerçevesinde demokratik standartları yükseltme politikası, hükümetin ödün vermediği iki önemli çıpa oldu, başarısının temelini oluşturdu.
Türkiye'nin kritik ekonomik ve siyasi bir krizden kurtulma mücadelesinde, hükümetin devrilmesi için son derece karanlık girişimlerin hazırlandığını öğrendik. Oysa o tarihlerde, hükümet hem çok geniş halk kesimlerinden hem de AB'den ciddi destek görmekte, demokratik reformları son hızla uygulamaya koymaktaydı.
Darbe girişimlerinin o dönem ne hükümet, ne de Genelkurmay Başkanlığı tarafından üzerine gidilememiş olması, vesayet rejiminin ne kadar kökleşmiş olduğunu gösterdi. Silahlı Kuvvetler içinde yeterli desteği bulamayan bu girişimler, vesayet rejimi yanlılarını yüksek yargı ve YÖK'ü devreye sokmaya itti. Hatta Cumhurbaşkanlığı seçimi sabote edilerek derin bir siyasi bunalımın temelleri atılmaya çalışıldı.
Bu anti-demokratik çabaların başarısızlığa uğramış olması, demokrasimiz açısından ne kadar sevindirici ise, devletin kurumlarının bu süreçten çok örselenerek çıkmış olması da başka bir acı gerçektir. Türkiye'de her darbenin temel dayanağı olan "laiklik elden gidiyor" propagandası, her ne kadar amacına ulaşamadıysa da, toplumun bir kesimini giderek radikalleştirdi ve endişe verici bir kutuplaşma yarattı.
Vesayet rejiminin kurum yapısının tümüyle değişmesi, bir anlamda "yeni bir sosyal mukavele" yapılması, toplumu içine girdiği bu gerginlikten çıkartabilecek önemli fırsatlardan birini oluşturuyor. Yargının, bürokrasinin, silahlı kuvvetlerin gündelik siyasetten uzak olacakları ve herkesin bunu doğal karşılayacağı bir demokratik işleyiş, bir Anayasa reformu bu çerçevede temel hedef olacaktır.
Bu toplumsal uzlaşının sağlanmasına AB katkıda bulunabilir, bulunması da iyi olur. Ne var ki, kimilerinin düşündüğü gibi sadece AB'nin katkısına, aracılığına bel bağlamak, kutuplaşmış bir toplumda, tarafların birbirleriyle çatışmak için yeni nedenler üretecekleri bir girişim olmanın ötesine geçmeyecektir.
Türkiye'nin gelecek başarısı, insan sermayesine yapabileceği yatırımla orantılı olacaktır. Birbirini devamlı "ötekileştiren" insanların var olduğu bir toplumda, insan sermayesine kalıcı ve tutarlı biçimde yatırım yapamazsınız. Bu darboğaz, demokratik biçimde sorunların tartışılarak ortak çözümlerin üretildiği bir platform oluşturulmasıyla aşılabilir. Bunu gerçekleştirecek olan ise AB değil, toplumun samimi biçimde demokrasi isteyen tüm kesimleri olacaktır.