Geçtiğimiz hafta içinde, uluslararası haber ajanslarına bomba niteliğinde birkaç satır düştü. Türkiye ve Brezilya'nın arabuluculuğu sayesinde, İran İslam Cumhuriyeti, yıllardır direndiği bir dizi noktada çok ciddi geri adım atarak, ürettiği zenginleştirilmiş uranyumu takas edecek bir anlaşmanın altına imza atmıştı.
İran, köklü bir devlet geleneğini hâlâ muhafaza edebildiği için, demokrasi ile hiçbir alakası olmayan bir rejime sahip olsa da, uluslararası platformda son derece ustalıkla manevra yapabilme yeteneğine sahip. Bu nedenle, yıllardır nükleer teknoloji tartışmalarını ustalıkla yürüttü, kimi zaman gerilimi tırmandırdı, kimi zaman beklenmedik açılımlardan dem vurdu. Ancak hiçbir zaman, bu konuyu sağlıklı bir anlaşma çerçevesinde halletmeye yanaşmadı. Ne ABD ne Fransa ve Almanya bu konuda herhangi bir başarı sağlayabildi.
Ortadoğu'da, kendi varlığını tehlikeye atabilecek her türlü girişime karşı önleyici saldırıda bulunma konusunda fazla tereddüt göstermeyen İsrail'in tepkileri, son dönemlerde belirleyici oldu. İsrail, İran'daki sivil nükleer araştırmaların silah endüstrisine dönüşme aşamasında olduğunu öne sürerek, bu tesisleri vurabileceğinden dem vurmaya başlayınca, işler birden hızlandı.
ABD, daha önce İran'a BM aracılığıyla uyguladığı üç ambargodan daha sert, daha kısıtlayıcı önlemler almak için girişimlere başladı. İsrail'deki yeni hükümetin geri dönüşü olmayan bir askeri operasyonda bulunmasını engellemek, muhtemelen Obama yönetiminin en başta gelen aciliyetini oluşturuyor. Bunun yanı sıra, İran'ın nükleer silaha sahip olması da, bölgedeki dengeleri kalıcı biçimde değiştireceği için, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin hiçbiri, böylesi bir değişikliğin gerçekleşmesinden hoşlanmıyor.
Bu yazdıklarımız 10 yıl önce gerçekleşseydi, Ortadoğu siyasi manzarasında başka girişimde bulunabilecek güçlerden bahsetmek aklımıza dahi gelmezdi. Oysa Türkiye'nin, yıllardır sessiz ve derinden oluşturduğu yeni bir sistem, İran krizi ve varılan üçlü anlaşma ile yepyeni bir dünyanın perdelerini bir anda açmış bulunuyor.
Brezilya ve Türkiye'nin girişimi, bir ölçüde uluslararası siyasette boy gösteren büyük ülkelerden bağımsız olarak kotarıldı. Bu girişim, dünyadaki güç dengelerinin değişmeye başladığı ve dengeli bir istişare sistemine ihtiyaç duyulacağı bir döneme girildiğinin göstergesi.
Ortadoğu'da İran'ın konumu, sürdürülebilir bir konum değil. Bu ülkenin 1979 devriminden bu yana uluslararası düzende bir çıbanbaşı gibi durması artık tüm dengeleri bozmaya başladı.
İran'ın daha istikrarlı, daha demokratik ve uluslararası hukuka kabul edilebilir düzeyde uyan bir ülkeye dönüşmesi gerekiyor. Ne var ki, sanıldığının aksine bu tür bir ilerleme, başta Rusya Federasyonu olmak üzere herkesin işine gelmiyor. İran'ın demokrasiye ve normal bir ülke statüsüne doğru yolculuğu, tehdit ve askeri yaptırımlar kullanılarak gerçekleştirilecek bir süreç değil. Irak savaşından sonra, bunun anlaşılmasının da çok zor olmadığı ortada.
Dünyada en önemli ikinci petrol rezervi, muhtemelen çok daha önemli doğalgaz rezervi bulunan bu ülke, ne petrolünü rafine edecek, ne de doğalgaz rezervlerini saptayacak teknolojiye sahip. Geleceği, bu iki enerji kaynağının, sürdürülebilir biçimde piyasalara satılmasına bağlı görünüyor.
AB ülkeleri başta olmak üzere, bölge ülkelerinin geleceği de, İran'ın doğalgaz ve petrolünü satabilmesi, bölge ve dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde yatıyor.
Bu aşamada Türkiye, İran için hem bir uluslararası piyasalara açılan güvenli kapı, hem de karşılıklı güvene dayalı önemli bir siyasi aktör... İran'ın silahlanma yarışından vazgeçmesi ve "haydut devlet" konumundan uzaklaşması için bu normalleşme sürecini başlatabileceği bir kapı bulması gerekiyor. Bu kapıyı bugün açabilecek yegâne ülke de Türkiye.
Türkiye'nin girişimi, daha şimdiden ABD'nin BM düzeyindeki yaptırım paketini çok büyük ölçüde hafifletmiş bulunuyor. İran eğer imzaladığı anlaşmaya sadakat gösterebilirse, Vladimir Putin'in Başbakan Erdoğan'a dediği gibi "yepyeni imkânlar doğabilir."
İran, geçmişte sıklıkla yaptığı gibi sözüne sadık kalmasa ve anlaşmanın uygulanması mümkün olmasa bile, kendi geleceğini isteyen, çok kutuplu, yerinden yönetilen bir dünya için ilk adım atılmış oldu. Bunun onuru da Türkiye ve Brezilya'nın olacaktır.