"Türkiye'nin eksiği bürokrasidir, iyi bir merkezileşme organıdır, peki Türkiye düzenli bir merkezileşme üzerine en iyi dersleri Fransa'dan başka nereden alabilir? (..) Çünkü Fransa Türkiye'nin en iyi müttefiki olmasının yanında çıkar gözetmeyen tek müttefiktir de..."
Bundan tam 152 yıl önce yazmış bu satırları Eugene Morel. Osmanlı'nın en önemli sorunu olarak bürokrasiyi ve merkezileşmeyi görmüş, bu çerçevede Fransa'nın model alınmasını önermiş. Bu öneriyi sadece Morel dile getirmedi. Birçok Batılı Osmanlı'ya yenileşme ve modernleşme adı altında bağımlılık politikaları dayattı. Cumhuriyet döneminde de bu kıskaçtan kurtulunamadı.
Bürokrasi bu sürecin başat aktörü olarak öne çıktı. Bürokrasi bir yandan Batılılaşma politikalarının öncülüğünü yaparken öte yandan ülkenin en önemli iktidar aygıtı olarak öne çıktı. Bürokrasinin askeri ve sivil kanatları sivil siyaseti yönlendirdi, siyaseti Batılılaşma paradigması doğrultusunda hizaya sokmak için uğraştı.
Önce Fransa model alındı. Sonra ABD. Fakat 1945 sonrasında Türkiye yönünü ABD'ye döndükten sonra bile Fransız tipi bürokratik yapılanma etkisini yitirmedi. Devlet, Fransız modeline göre işlemeye devam etti.
Bu işleyiş devlet ve toplum arasındaki mesafenin günden güne açılmasına yol açtı. 2000'lerin başına geldiğimizde toplum devlete, devlet topluma yabancılaşmıştı. Ne ülke Batı tipi bir modernleşmeyi başarabilmiş, ne de kendi kültürel gerçekliğiyle uyumlu bir gelişim çizgisi ortaya koyabilmişti.
Batılıların Türkiye'ye Fransız tipi bir devlet örgütlenmesi dayatmasının gerekçesi sözüm ona "Doğu sorunu" dedikleri sorunu çözmek içindi. Peki 1860'lı yıllarda Batılılar "Doğu Sorunu"ndan neyi kastediyorlardı? Morel'e kulak verelim:
"Doğu sorunu şu şekilde dile getirebilir. Köken ve din bakımından birbirinden farklı, tarihsel geçmişin tüm anısını yitirmiş, hiçbir siyasal özlemi olmayan ve Müslüman bir hükümdarın otoritesi altında birbirine karışmaksızın, özellikle dinsel kinlerle ayrılmış olarak yan yana yaşayan topluluklardan oluşmuş geniş imparatorluk. Sorun bu topluluklar arasında siyasal ve toplumsal kaynaşma meydana getirmek, onları, nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemenin, sınırlarını çizmenin olanaksız olacağı bir milliyetin değil ama modern toplumların oluşturduğu temeller üzerinde kurulmuş bir devletin bayrağına bağlamaktır."
Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin beklentisi farklıydı. Onlar Fransız tipi bir devlet örgütlenmesiyle geri kalmışlık sorunlarını çözebileceklerini varsayıyorlardı. Yanıldıkları ortaya çıktı. Bu süreçte ağır bedeller ödendi. Ancak, baskılanan toplumsal gerçeklik tam 150 yıl sonra yeniden Türkiye siyasal gerçekliğini belirlemeye başladı.
2002 sonrasında bu bağlamda önemli bir dönüşüm sürecinin önü açıldı. Halen bu sürecin içindeyiz. Bu süreçte bir yandan devlet ve toplum arasındaki ilişki normalleşti, öte yandan ülke daha önce hiç olmadığı kadar kendi modernleşme politikalarını uygulamaya koydu. Bütün bunlar olurken bir yandan da devlet örgütlenmesindeki Fransız etkisi törpülenmeye başlandı. Bu, aynı zamanda Batıcı bürokratik oligarşinin tasfiyesi anlamına da geliyordu. Türkiye 16 Nisan 2017'de bu meyanda dev bir adım attı.
Şimdi önümüzde bu süreci nihayete erdirecek bir seçim var. 24 Haziran'da Türkiye bu devasa dönüşümü tamamlamış, kendi iradesini bütün unsurlarıyla birlikte devlet yönetimine taşımış olacak.
İşte o zaman Batılılar da görecek bu milletin bir siyasal özlemi var mı? İşte o zaman görecekler, bu ülkede siyasal ve toplumsal kaynaşma nasıl olurmuş!