Batı'da siyasi iktidarlar değişiyor ancak müesses medya düzeni değişmiyor, değişime direniyor. Batı medyası günden güne siyasi iktidar kavgasının tarafı haline geliyor. Elbette "siyasi iktidar kavgasında taraf olma" durumu Batı medyası için yeni bir durum değil. En başından beri medya, iktidar kavgalarının merkezinde yer aldı. Ne var ki Batı medyası bu iktidar kavgalarını görünmez kılmak için çok çaba sarf etti. Tarafsız addedilmek için birbirinden renkli maskeler taktı. Geldiğimiz noktada Batı medyası için yeni olan, artık tarafsız görünmek için bir çaba sarf etmiyor oluşu. Batı medyası kendi müesses nizamını korumak için kendi dışında gerçekleşen sosyopolitik dönüşüme karşı açıktan savaş veriyor. Aşırı politikleşiyor.
ABD medyası bu aşırı politikleşmenin, bu siyasal direncin en somut temsilcisi konumunda. Trump'ın başkan seçilmesini engellemek için yoğun bir siyasi mücadele veren ana akım ABD medyası bu amacını gerçekleştiremedi. Fakat mücadeleden vazgeçmedi. Zira ana akım ABD medyası yeni siyasal düzen içinde kendisine yer bulamayacağını, sahip olduğu imtiyazları yitireceğini düşünüyor.
Ana akım ABD medyasının başlıca gündemi Trump'ı zayıflatmak ve hatta iktidardan indirmek. Hemen her gün bunun nasıl olabileceğine ilişkin Trump'ın siyasi rakiplerine akıl veren, strateji öneren yayınlar yapılıyor. Trump'ın ulusal güvenlik danışmanı M. Flynn'in istifa etmek zorunda bırakılması örneğinde olduğu gibi yer yer mevzi kazanımlar da elde ediyorlar.
ABD medyasının büyük bir bölümü Obama çizgisinde kalmaya, sadece ABD iç politikasına değil, dış politikasına da Obama'nın temsil ettiği perspektiften bakmaya devam ediyor. Bu tutum ABD medyasının Türkiye'ye ilişkin yaklaşımlarına da birebir yansıyor. Bugün itibariyle ana akım ABD medyasında Türkiye hakkında yapılan yayınlar, Obama döneminin "yıpratma savaşı perspektifi"nden derin izler taşıyor.
Birkaç gündür ana akım ABD medyası Türkiye'yi bir yandan DEAŞ'la mücadelede en önemli aktörlerden biri olarak vurgularken, öte yandan İran'ın çevrelenmesi sürecinde kullanışlı bir aktör olarak resmediyor. Bu yanıyla Türkiye, kendi çıkarlarını gözeten, gözetmesi gereken bir aktör olarak değil, Trump tarafından kullanılabilecek bir figür olarak ele alınıyor. Dahası Trump yönetiminin DEAŞ ve İran'la mücadele sürecinde Türkiye'ye açacağı alanın Erdoğan'ı güçlendirme riski taşıdığı belirtiliyor. Yapılan yayınlarda ısrarla Türkiye "neo-Osmanlıcı" ve "otoriter" bir ülke olarak sunuluyor. Türkiye'nin bir "din-devleti"ne ve hatta bir "cihad devleti"ne dönüşmemesi için uğraş verilmesi gerektiği vurgulanıyor.
İfade ettiğim üzere ABD medyasındaki bu Türkiye karşıtı tutumun kaynağında Obama zihniyeti var. Fakat Türkiye'nin "din devleti"ne dönüşebileceği yönündeki kara propaganda bugüne dek Obama yönetimine destek veren medyada pek sık karşılaştığımız bir itham değildi. Bugün "Türkiye'nin cihad devleti olma tehlikesi"nden dem vuranların derdi, Trump yönetimiyle Türkiye'yi karşı karşıya getirmek. Bu söylemle Trump ve ekibinin öfkesinin Türkiye'nin üzerine çekilebileceği varsayılıyor. Böylelikle bir taşla iki taş vurulacağı düşünülüyor.
Bekleneceği üzere Türkiye'deki anayasa değişikliği ve referandum süreci de ana akım ABD medyasında negatif bir çerçevede değerlendiriliyor. Bu çerçevede Gezi kalkışmasından bu yana Türkiye'ye karşı sürdürülen düşük yoğunluklu savaşın kara propaganda unsurları yeniden devreye sokuluyor. Gelin görün ki bunu yapanların arkasındaki siyasi akıl geçmişten farklı olarak iktidarda değil, iktidardan düşürülmüş durumda. Bütün bu değerlendirmeleri bu gerçeğin ışığında okumalı, odağımıza Türkiye'nin sahici çıkarlarından başka bir şey almamalıyız.