Eskiden kolaydı! Bir cunta, bir darbe, işlem tamamdı. Sistem kolaylıkla resetleniyor, fabrika ayarlarına dönülmüş oluyordu. Eski Türkiye'nin egemenleri bu lükslerini yitirdiler. Yıllar yılı sınırlı bir elit kesim arasında cereyan eden iktidar mücadelesi, geniş toplum kesimlerinin önünde cereyan etmeye başladı.
"Millet", Batı'da önce "devrim"lerle, ardından "demokratik katılım"la siyasetin öznesine dönüşmüştü. Bizde çok farklı bir süreç yaşandı. Kemalist rejim kendisini "devrim"in öznesi olarak sundu. Öte yandan milletin "demokratik katılım kanallarını" açmamak için elinden geleni yaptı. Uzun süre çok partili hayata geçilmedi. "Çok partili parlamenter sistem"e geçildikten sonra, sık sık bürokratik vesayet araçlarıyla milletin iradesine müdahale edildi. Ne var ki millet, iradesine her daim yeniden sahip çıktı.
Türkiye'de siyasetin 2000 sonrasında kazandığı itibarın birinci kaynağı buydu. Söz konusu itibarın ikinci kaynağı, R. Tayyip Erdoğan'ın demokratik katılımı siyasetin öznesine dönüştüren kararlı tutumu oldu. Bu kararlı tutum sayesinde Türkiye'de iktidarın merkezi değişti. Millet, iktidarın kaynağı haline geldi.
Elbette Erdoğan'ın bu kararlı tutumu, Türkiye siyaset sahnesinde çok sert bir iktidar mücadelesinin yaşanmasını da beraberinde getirdi.
Erdoğan, 2010'a kadar büyük oranda üç kesimle mücadele etti. Askeri vesayet araçları başta olmak üzere bürokratik oligarşinin bütün unsurlarıyla. Medyada, iş dünyasında, akademide kendisine yer bulan eski Türkiye elitleriyle. Ve değişim karşıtı statükocu siyasal partilerle.
Erdoğan, son derece şeffaf biçimde, milletin gözü önünde sürdürdüğü bu iktidar mücadelesinde galip geldi. Erdoğan'ın siyasi vizyonunun merkezinde ülkenin ekonomik olarak büyümesi, on yıllardır süren baskıcı politikalarla dezavantajlı hale getirilen toplum kesimlerinin sorunlarının giderilmesi, bağımsız ve etkin bir dış politika çizgisinin tutturulması yer alıyordu.
Bu vizyona sadece eski Türkiye'nin aktörlerinin değil, eski Türkiye'yi o haliyle seven uluslararası güç odaklarının da ciddi itirazları oldu. 2010 sonrasında Erdoğan, bu güç odaklarıyla çok daha sert bir iktidar mücadelesine girişti. Yine tek bir dayanağı vardı, millet!
Bu nedenle, her şeyi konuşarak, millete giderek, millete anlatarak, "yeni bir istiklal harbi" dediği bu iktidar mücadelesini yürüttü. Uluslararası güç odakları AK Parti iktidarını 2002'deki formatıyla kabul ediyor ve 2010'da da o noktaya "geri çekilmesi"ni istiyordu. Bu geri çekilmenin "Erdoğan'ın liderliği" söz konusu olduğu müddetçe gerçekleşmeyeceği anlaşıldıktan sonra yeni operasyonlara girişildi.
Kısa süre içinde PKK devreye sokuldu. Ancak başarı elde edilemedi. Erdoğan'ın başlattığı "milli çözüm süreci" hesapları bozdu. Erdoğan, iktidar mücadelesinden galip çıktı. Ardından Gezi kalkışması baş gösterdi. Bu kalkışma da başarıya ulaşamadı.
Yeni nesil darbelerin ikinci ayağı Fetullahçı paralel devlet yapılanmasının 17-25 Aralık kumpasıydı. Erdoğan'ın milletle bütünleşme stratejisi bu iki kalkışmayı da boşa çıkardı. Bu kez yeniden PKK başta olmak üzere bütün kirli terör şebekeleri yardıma çağrıldı. Silahlı, örgütlü bir kalkışmadan başka bir çare olmadığına kanaat getiren içerideki ve dışarıdaki şer odakları terörü en acımasız halleriyle kullanmaya başladılar.
Geçtiğimiz yılın ortasından bu yana bu ülkeyi kana bulamaya kalkanların asıl derdi, güçlü bir siyasi liderlikten yoksun, iddiası olmayan, giderek küçülen ve yoksullaşan bir Türkiye yaratmaktır. Cemil Bayık, geçen hafta açık açık söyledi bunu. Biz Erdoğan'ı düşürmek için varız, bize destek verin beraber düşürelim dedi. Eğer biz düşüremezsek, hepimiz düşeceğiz diye kendince uyarıda bulundu.
DHKP-C de bunu söylüyor, Putin'in beslemeleri de, DAİŞ'in müntesipleri de. Cumartesi Taksim'de yaşanan bombalı terör saldırısı bunu bir kere daha açığa serdi. Bu milletin düşmanları birleşmiş, her tür kirli oyunu çevirebileceklerini düşünüyorlar. Ama düşündüklerini hayata geçiremiyorlar.
Millet burada ve ayakta. Ve teslim olmuyor, olmayacak...