İnsanın neyi, ne zaman, nasıl göreceği belirsiz.
Bu gök kubbenin altında zaman; bazen inatçı, çığlıklı, kör bir kılavuz...
Bazen incitici ve sessiz...
Bazen, kartopu gibi yuvarlanıp büyüyen bir acı bırakıyor insanın kucağına...
Taşınması ne çok zor...
Ne çok zor kucaklanması... Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Piriştina'nın evinin önünde mumlar yanıyor...
Kara kaplı bir defterde biriken sevgi sözcükleri...
Ölüm bazen, bir aşkın terk edilişi gibi... Yok oluş ölüm...
Bir aşkın sessizce "imkansıza" doğru kopuşunda, kendi içinizden adsız bir parça da ölür ya; bir sevdiğini yitirdiğinde de, insanın içinde, yeniden bir şeyler ölüyor sanki... Süzülüp akıyor incecikten bir parça, hiç beklenmedik şekilde...
Belki de, her ölümde böyledir... Belki de bu yüzden; Montaigne'in "ölümün bizi nerede ve nasıl beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim" sözleri işte asırlardır gerçek hayatla bu kadar kolay çakıştı...
Ah, vakit gece yarısını nasıl geçti belirsiz... Ne uzun bir gece, ne kadar geç gelen bir sabahtı böyle...
Günlerden perşembe...
Nasıl olduysa, sanki akşamüstü serinli- ğiyle, yaz sıcağı arasında sıkışmış bir sabah...
Tam Piriştina'nın sevdiği bir hava... Genç yaşında "yaşlı bir şaka" yapıp aramızdan ayrılan Piriştina'nın evinin önü kalabalık...
Gelenler, gidenler, dostları, sevdikleri, yakınları ve tüm İzmirliler... Sürekli bir su gibi dupduru akan ve değişen insan kalabalıkları...
Önce ölümünün ardından, kapının önünde serilmiş ciltli o boynu bükük defterlere bakıyorum.
Neler neler yazılmış...
Ne güzel sözcükler onlar... Birer inci gibi işlenmiş defterlere... Öylesine içten, öylesine samimi, öylesine sıcak ki...
Bir perşembe sabahı... Evin önünde kalabalıklar toplanıyor... Yukarıya çıkıp, Piriştina'nın evinin salonunda yıllarca oturduğu koltuğun kenarına süzülüp, sevgili eşi Mine'nin ellerini tutuyorum... Yakınları, dostları, sevdikleri hep "annem" derler O'na...
Bir anne sevgisiyle uzandığı için herhalde, hep dost kahkahalarına... Annemin bu- ğulu duruşunun kıyısında, duvarda asılı Nuri İyem'in hüzünlü kadınlarının resmedildiği tablolara bakıyorum...
Ne çok severdi o hüzünlü yorgun bakışlı kadınları Piriştina... Yanı başında uzanmış Orhan Taylan'ın o kederli çocuk tablosunu... Ve diğerlerini... Ne çok severdi... Sonra en çok alkışı severdi Piriştina...
Sahneye çıkıp oyununu sonuna kadar oynayan, başarılı bir tiyatro oyuncusu gibi...
Hayatının anlamını hep alkışlarda aradı...
Hep o alkışları almak için, koştu, didindi, çalıştı, yarattı...
Yeter ki yaptıkları övülsün, hakkı teslim edilsindi...
İşte o zaman bir heyecan yumağı gibi ufkunu yeni yapacaklarına doğru genişletirdi... Bu güzel şehir için yeni yeni adımlara...
İşte önce evinin önünde toplanan kalabalıklar, sonra aylarca özenle yeniden yaratılması için uğraş verdiği Konak Meydanı'na yığılan, binler on binler; Piriştina'yı ömrü boyunca o çok sevdiği alkışlardan mahrum bırakmadı...
Binler, on binler meydandaydı... Türkiye'nin önemli isimleri meydandaydı...
Tüm sevenleri meydandaydı... Evet, "İyiler hep en önde ve çoğunlukla erken ölüyor" nedense... Bilmem ki bu da hayatımızın, savrulan hayatlarımızın gizemli bir kuralı mı?
Ama bu gök kubbenin altında; sürekli değişime uğrayan yeryüzünün belki de en değerli öznesi olan insan vicdanı; iyilerin hakkını yaşarken tam olmasa da, ölürken veriyor bir şekilde...
Paşasından aydınına, esnafından gaze- tecisine, tüm İzmirliler, yaşarken de hak ettiği alkışlarla uğurladı... Güzel adam, sevgili dostumuz, kardeşimiz Piriştina'yı...