Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 Mart Kadınlar Günü'ndeki açıklamalarıyla yeni bir tartışma başlattı. "Din adamı olarak ortaya çıkanların kadınlarla ilgili dinde yeri olmayan içtihatlarda" bulunmalarını eleştirdi. İslam'ın 14 asır öncesinin hükümleri ile uygulanamayacağını, "güncellenmesi" gerektiğini belirtti. Ve FETÖ'nün tahrip ettiği dini yaşam alanında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın inisiyatif almasını istedi. Bu açıklamaların hedefi belliydi. Erdoğan, "asansörde halvet, çocuk yaşta evlilik ve kadınların dövülmesi" gibi söylemlerin İslam'a uygun olmadığını söylüyordu.
Cumhurbaşkanı'nın cümleleri kimilerince "dinde reform" isteği, kimilerince de "dindar gruplara, şahıslara karşı tavır" olarak algılandı. Halbuki Erdoğan'ın "güncellemeden" kastının nass (hüküm çıkarılacak kaynaklar; Kuran ve Sünnet) olmadığı, kadın karşıtı, gelenekselci fıkhi yorumlar olduğu netti. Yine de dün AK Parti siyaset akademisi açılışında meramını bir daha anlattı. İslam'ın "son din olarak değişmeyecek hakikat" olduğunu ve "dinde reformun kimsenin haddi olmadığını" vurguladı. "Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir" şeklindeki meşhur mecelle kuralına işaret etti. İslam'ın her çağda söyleyecek sözü olduğunu, yorumların ve uygulamaların değişebileceğini yineledi.
***
Erdoğan'ın başlattığı tartışmanın iki boyutu var. İlki, "
modern dünyada İslam'ın nasıl yaşanacağı" konusu. İkincisi,
Türkiye'de dini hayatın düzeninin mahiyeti. Ve İslam'ın kamusal temsili bağlamında devlet-sivil toplum ilişkilerinin yapısı. Her şeyden önce, İslam'ın güncel meselelere verdiği cevaplar olmazsa din, hayatın dışında kalır. Gündelik hayatını İslam'a göre şekillendirmek isteyen dindar insanların önüne "
tek sahih İslam" iddiasıyla gelenekselci veya Selefi yorumlar koyulursa birey hayattan kendini yalıtır.
Dini yaşam bazı sembolik pratiklere hapsedilir, ruhu ve getirdiği değerler kaybolur. Ya da modern hayata uyum adına İslam'ın ortalıkta sadece adı kalır, Batılı seküler yaşam tarzı her şeyiyle hâkim olur. Genç nesiller Selefi yorum ile sonu "
deizme" varabilecek aşırı seküler hayat anlayışı arasında bırakılır.
***
Türkiye'de "
dini yaşamın düzenine" gelince; bu husus
modernleşme tarihimiz boyunca
hep tartışma konusudur. Gerek
din- devlet ilişkileri bağlamında
gerekse İslam'ın
kamusal temsili yönüyle... İslam'ın temsili anlamında Osmanlı devleti kendine has bir devletsivil toplum dengesi kurmuştu.Temsil, devletin gevşek kontrolünde ulema ile tarikatlar arasında paylaştırılmıştı.
Erken Cumhuriyetin radikal laikçiliği ise İslam'ı kamusal alandan tasfiye etmekle kalmadı, ulemayı Diyanet İşleri Başkanlığı formatında "
etkisiz memurlara" çevirirken tarikatları ve cemaatleri de yer altına itti. Demokratik hayata geçişle dini grupların alanı genişledi ise de bir türlü normalleşme gerçekleşmedi. 28 Şubat sürecinin dini hayata zecri operasyonları hâlâ hafızalarda dipdiri.
***
İslam'ın sosyal-siyasi hayattaki yerinin normalleşebilmesi için 2000'li yılları beklemek gerekti. Ancak "
modern, ılımlı İslam" görüntülü Gülen hareketinin karanlık yüzünün ortaya çıkışı yeni bir krizin adıydı. Demokratik ve Anglosakson anlamda laik bir devlette "
dini yaşamın düzeni," "
İslam'ın temsili" nasıl olacaktı?
Bugün Türkiye sivil toplumunda İslami kamusal temsilin ciddi sorunları olduğu aşikâr. Selefileşme, gelenekselcilik trendi var. Buna bağlı olarak gençlerin, kadınların ve orta sınıfların dindarlık formları üretmede bir arayış içinde olduğu söylenebilir.
Mesele devlete biçilen rolde... İşte, Erdoğan'ın Diyanet'i göreve çağırması devletin düzenleyici rolü ile ilgili. Gerçek İslam'ın ne olduğunu belirlemek devletin ve siyasetin görevi değil. Ancak dini hayatın çoğulculuğunu sağlamak anlamında politika geliştirmek siyasetin alanında.
Türkiye'nin dini hayatını
Deaş'ın Selefi-Hariciliğinin, Suud Vahhabiliğinin ya da
İran Şiiciliğinin operasyonlarından korumak devletin görevidir. AK Parti iktidarından dini gruplara 28 Şubatvari uygulamaları beklemenin saçmalık olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?