Bugün AK Parti'nin iktidara gelişinin on beşinci yılı tamamlandı. Kuruluşundan on dört ay sonra Türkiye'yi yönetmeye başlayan bu parti hakkındaki "tartışma" hiç bitmedi. Başlarda Milli Görüş kökeni ve değişim beyanının "samimiyeti" sorgulandı.
Sonrasında ise icraatlarıyla, dönüşümüyle ve lideri Recep Tayyip Erdoğan ile hep odakta oldu. Elbette bunun ana sebebi on beş yıl boyunca kesintisiz olarak ve tek başına ülkeyi yönetme başarısını göstermesi.
AK Parti Türkiye'yi hem 28 Şubat döneminin ekonomik-siyasi krizinden çıkardı hem de AB ile tam üyelik müzakerelerine taşıdı. Hem Kemalist vesayetin direncini kırarak "muktedir" oldu hem de statükoda köklü değişim yapma iradesini gösterdi.
Arap isyanlarının getirdiği ilk olumlu havayı kazanıma çevirmeye de çabaladı.
Bahar kışa döndüğünde gelen kaosu ve krizleri de yönetmeye çalıştı. Çözüm sürecini başlatma riskini de aldı, sürecin PKK tarafından bitirildiğini kabullenip terörle mücadeleye yoğunlaşma kararını da verebildi.
AK Parti, 2013'ten bugüne devam eden ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde zirve yapan "türbülansı" karşılamada cesur davrandı. 16 Nisan referandumu ile alışkın olduğumuz parlamenter sistemi yeni bir cumhurbaşkanlığı sistemi ile değiştirme cesaretini gösterdi. En son ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın parti genel başkanlığına dönüşü ile bazı belediye başkanlarını istifaya davet etme riskini aldı.
Bu cesaretin temelinde siyasi konjonktüre ve trendlere aktif, hızlı karşılık verebilme kapasitesi yatıyor. Mesele sadece gerçeklerin ve ihtiyaçların dayattığı pragmatizm değil.
Aynı zamanda gerekirse Türkiye'nin menfaatleri çerçevesinde direnebilme iradesi.
Değişim ile direncin sentezi diyebiliriz bu tarzı siyasete. Böylece AK Parti dünya, bölge ve Türkiye siyasetinin mecburiyetlerine uygun olarak kendini değiştirmekten kaçınmıyor.
Saldırı altında olduğunda da mücadele etmekten geri durmuyor.
Bu değişim- direnç sentezini yapabilme cesareti öncelikle Erdoğan'ın karizmatik liderliğiyle ilgili. Seçmenine yaptığının rasyonalitesini anlatabilmesiyle irtibatlı. Sonrasında ise teşkilatın/ kadroların dinamizmi ve lidere uyumuyla alakalı.
Değişimin yarattığı kaosu, kaosun verdiği güvensizlik hissini küçümsemeyelim.
Erdoğan her seferinde seçmenindeki, partisindeki bu hissiyatı yönetmeyi başarabildi.
Gezi olaylarında da, 17-25 Aralık kumpasında da, 7 Haziran seçimlerini 1 Kasım'a taşırken de, 15 Temmuz'da halkı meydanlara çağırırken de, cumhurbaşkanlığı sistemine geçişi isterken de hep kadrosunun ilerisinde bir risk aldı.
Endişeleri, itirazları aşmayı bildi. Krizleri bir seviye yukarıya çıkarak karşıladı.
Gerilimlerin üstüne gitti, gelen kaosu karşılamaktan çekinmedi. Böylece PKK ve FETÖ terör örgütlerinin açık saldırılarını da Batı başkentlerinin dolaylı tedip çabalarını da göğüsleyebildi.
Erdoğan, gerek gördüğünde kendi hükümetlerinin formüle ettiği politikaları da sil baştan değiştirdi. Yine partisinin güvenlik, eğitim, kültür ve kentleşme alanlarındaki politikalarını en sert kelimelerle kendisi eleştirdi.
Malum, şimdilerde belediye başkanlarının istifaya davet edilmesi ile Erdoğan'ın siyaset tarzı gündemde. "Seçmen bizi cezalandırmadan kendimizi yenilemeliyiz" diyerek risk alıyor. Sorun alanlarını adlandırmaktan ve üzerine gitmekten çekinmiyor.
Erdoğan'ın siyaset tarzının (değişimdirenç sentezi) elit kesimlerde anlaşılamadığını görüyorum. Değişim yönünde yürüdüğünde "kaotik, tutarsız" bulunuyor. Direnç boyutuna geçtiğinde ise "devletçi reflekse girmekle," bir süre daha iktidarda kalma uğruna "sistemle bütünleşmekle" eleştiriliyor.
Halbuki Erdoğan'ın krizleri yönetme stratejisi söz konusu sentezde ve dinamizminde.
AK Parti'nin DP ya da ANAP'ın kaderine uğramaması için bu sentezin kurumsallaşması gerekiyor. Aktör olarak kalmanın kodları burada saklı.