Fırat Kalkanı'nın El Bab cephesinde Deaş ile çetin bir savaş sürüyor. Akil dağını ele geçirerek şehir merkezini kontrol altına almaya çalışan askerlerimiz 16 şehit verdi. ABD'nin Rakka operasyonunu ertelemesinden fırsatla şehirde yığınak yapan Deaş'ı El Bab'da yenilgiye uğratmanın zorluğu biliniyordu.
Kimi muhalif çevrelerden "ne işimiz var adını bilmediğimiz Arap kasabalarında eleştirisi" gelse de kamuoyunda sınırlarımızın güvenliğini Suriye ve Irak'ta korumamız gerektiği yönünde yaygın bir kanaat var.
Bu kanaatin Deaş'ın vahşi, insanlık dışı korkutma taktiklerine rağmen güçleneceğini öngörebiliriz.
Zira siyaset kurumu yeni güvenlik konsepti çerçevesinde El Bab'daki savaşın "stratejik" boyutunun altını çizerek güçlü bir siyasi bilinç oluşturuyor. El Bab'da başarı Suriye'de ve Irak'ta masada olmak için bir mecburiyet haline geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan terör örgütleri üzerinden Türkiye'ye karşı "asimetrik bir savaş" yürütüldüğünü yüksek sesle ifade ediyor: "Bölgemizin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı şu kritik dönemde eğer durmaya kalkarsak kendimizi bulacağımız yer Sevr şartlarıdır. Açık konuşmak lazım, Türkiye İstiklal Harbi'nden sonraki en büyük mücadelesini veriyor."
Ülkemizin etrafındaki kaosun icbar ettiği terörle mücadeleyi Başbakan Yıldırım "beka mücadelesi" olarak tanımlıyor. Yine MHP lideri Bahçeli de "milli güvenliği" sağlamak için sınır ötesi operasyonlara güçlü bir destek veriyor. El Bab'ın alınmasını bir zorunluluk olarak değerlendiriyor.
Hatta CHP lideri Kılıçdaroğlu bile "eğer Türkiye kendi geleceğini güvence altına almak açısından böyle bir operasyon başlatmışsa, belli acılara katlanmak gerekiyor" açıklamasında bulundu.
Bu açıklamalar gösteriyor ki siyaset kurumunun El Bab kararlılığı kör bir inadın değil; stratejik bir okumanın sonucu.
Halep'te sivillerin tahliyesi, Büyükelçi Karlov suikastı ve Moskova toplantısı Suriye'de genel bir ateşkesin yolunu açtı. Rus Dışişleri Bakanlığı ocak ayının ortasında Astana'da gündemin ateşkes olduğunu açıkladı.
Moskova bildirisi sonrasında Ankara'nın Suriye politikası birbirinden güç alan iki kulvarda yürüyecek.
1- Astana (ve canlandırılırsa Cenevre) sürecinin siyasi geçişle sonuçlanması için diplomasi. Suriye konusunda Moskova ile gerilimden işbirliğine doğru giden Ankara aynı şeyi Washington ile de yapmak durumunda. Trump yönetimi ile Membiç'i YPG'den arındırmayı müzakere edecek. Rusya ve ABD arasındaki yeni dengenin diplomatik imkânlarını sahadaki askeri kazanımlarına yansıtmaya çalışacak.
2- Sahada hâlâ en geçerli akçe olan askeri güç kullanımı. Diplomatik etkinin devamı askeri anlamda yeni kapasite geliştirmeyi icbar ediyor.
Ankara iki askeri hedef için yeni kapasite geliştirmek durumunda:
İlki, El Bab'ı Deaş'tan temizleyerek Azez -Cerablus -El Bab güvenli bölgesinde ÖSO yönetimini tahkim etmek. Söz konusu tahkim işi sivillerin yerleşimi, olası terör saldırılarının engellenmesi ve bölgenin Esed ya da YPG güçlerinden korunmasını gerektiriyor. Bu da Halep'ten ayrılan "savaşçı" muhaliflerin güvenli bölgeye başarılı bir entegrasyonunun yapılması demek.
Güvenli bölgeyi yaşanır ve güvenli hale getirmek ele geçirmekten fazla emek ve planlama istiyor. Suriye'nin yeniden imarına örnek olacak koordineli bir kalkınma hamlesi lazım. İkincisi de YPG'yi Suriye'nin kuzeyinde "özerk bölge" ya da "federasyon" hayalinden vazgeçirecek askeri ortamı hazırlamak. Oldukça zorlu bir hedef olsa da siyasi geçiş ihtimalinin güçlendiği bir konjonktürde YPG birçok yönden baskı ile karşılaşacaktır.
Ezcümle, Türkiye ilk defa Suriye'de diplomasi ile askeri güç kullanımından sinerji çıkarabilecek bir vasatı yakaladı. İç kamuoyunun siyasi bilinci de bu gidişatın farkında.