Değişim bir ihtiyaçsa da anlaşılması en zor olgu. Bireyden topluma ve dış politikaya kadar değişimin yönünü ve mahiyetini tespit etmek de ona uyum sağlamak da sancılı bir süreç.
Prensiplerle uyum bir yana hem trendlerin hem de ilişkili aktörlerin perspektiflerinin iyi okunmasını gerektiriyor.
Statükonun "baş aktörü" olarak gördüğünüz bir "iktidarın" politikalarının yaşadığı değişimin "mahiyetini" ve "yönünü" değerlendirmek daha da zorlu bir uğraş. Çok uzun süredir iktidar tecrübesinden mahrum olan muhalefetin sıklıkla yüzleştiği bir sorun işte tam da bu. Performansı değil niyeti ve arkasında gördükleri ideolojiyi eleştirmekte fazlaca takıntılılar. Bunun sebebi de ana iddialarından bir türlü vazgeçememeleri.
Sözgelimi iktidarın dış politikada yaşadığı sorunları "İslamcı ve mezhepçi" ideolojisine bağlamayı sürekli tekrarlanan bir mottoya dönüştürdüler. Bu ideolojik etiketlemeye bir de "Erdoğan'ın liderliği" sorununu eklediniz mi iç ve dış politikadaki her sıkıntıyı rahatlıkla açıklayabilirsiniz.
Böylece "komşularla sıfır sorun" prensibinin ancak istikrarlı komşular varken uygulanma hedefi taşıyabileceğini görmezden gelebilirsiniz. Halbuki Arap isyanlarının Ortadoğu'ya getirdiği kaosun karanlığında yeni bir dönemin içindeyiz. "İslamcı ve maceracı" dış politika yüzünden Batılı müttefiklerle ilişkilerin bozulduğunu söylemenin açıklayıcı bir değeri yok. Bölgenin yeniden şekillendiği ve klasik ittifak anlayışlarının çalışmadığı bir ortamdayız.
ABD'nin ve NATO'nun Kuzey Suriye'deki PKK- PYD oluşumunun Türkiye'nin bütünlüğü ve güvenliği için önemini sürekli göz ardı etmesi buna sadece bir örnek.
İran ile yumuşamaya giren ABD'nin bölgedeki bütün müttefiklerinin terk edilmişlik duygusu ile başlarının çaresine bakma çabası da diğeri. O halde Suriye ve Irak'ın "başarısız devlete" döndüğü ve dünyaya göçmen ve terör ihraç eder hale geldiği noktada ihtiyaç hissedilen şey rasyonel politika önerileridir, ideolojik suçlamalar değil. Böylesi bir ortamda sadece yaptıklarınız değil yapmadıklarınız da bir risk kaynağıdır. DAİŞ ile ne kadar mücadele ettiğiniz, PKK'nın Suriye'deki varlığı ile ilgili yapmadıklarınız ve diğerleri...
Son dönemde AK Parti, İsrail ve Rusya ile eşzamanlı normalleşmeye girdikten sonra muhalefet "Kemalist ayarlara dönülmedikçe rahat yok" söylemini yeniden ısıttı. Bu söylemin üç boyutu var. İlki dış politikada "barışı" öncelemek.
Halbuki "komşularla sıfır sorun" ya da "dostları artırmak, düşmanları azaltmak" söyleminden "yurtta sulh cihanda sulh" ilkesinin pek de bir farkı yok. Uygulanması diğer aktörlere de bağlı olan prensipler bunlar.
İkincisi, dış politikada laikliği uygulamak. Retorik bir yana, AK Parti dış politikasının ana ilgisi hep ekonomi olmuştur. Dış politikada İslam'ın etkisi sanılanın aksine milli çıkarların rasyonalitesinin dışına çıkmadı.
Mursi zamanında Mısır'a laikliği önerenin de, İsrail ile ilişkilerini normalleştirenin de AK Parti iktidarı olması buna örnekler. Müslüman Kardeşler'e gösterilen ilgi de demokratik duyarlılıktan fazlası değil. Kemalist ayarlara dönmek söyleminin üçüncü boyutu ise dış politikada "iddialı aktör" olmamak. Bu boyut birçok soruyu akla getiriyor: "Kemalist ayarlara dönmek" bugünün Ortadoğu'sunda ne ifade eder?
Uluslararası sistemde etkin bir aktör olma hedefini terk etmek bizi DAİŞ ve PKK tehditlerinden korur mu? Küresel sorumluluklarından soyunarak bölgesel güçleri rekabetin şiddetine terk eden ABD'den klasik müttefiklik statüsü dilenmek bizi selamete çıkarır mı?
Suriye'de Esed, İran ve Rusya ile anlaşarak içe kapanmak Kuzey Suriye'deki PYD oluşumunu barışçıl kılar mı?
"Asrı saadete dönüş" formatında tekrarlanan "Cumhuriyet'in ayarlarına dönüş" argümanı içi boş bir kalıptır.