Festival Beyoğlu'na yakışıyor, Beyoğlu da festivale. Cadde boyu dolanırken öylesine mutlu oluyorum ki, aslında çok sevdiğim halde Nişantaş City's'deki gösterilere gitmek aklıma bile gelmiyor. 'Cadde-i Kebir' öylesine çok şey veriyor: Sayısız lokantası, pastanesi, meyhanesi, plakçıları, vitrinleri ve pasajlarıyla... AVM kültüründen uzak, kentin gerçek nabzını tutarak yaşamak ne güzel!..
Ve yine bir büyük aile gibi oluyoruz festivalcilerle... Üç türlüsü var. Bir bölümü eski dostlarım. Ki bazılarını ancak festivalden festivale görebiliyorum. Kucaklaşıp hasret gideriyoruz. Bir bölümü benim tanımadığım, ama belli oluyor ki beni tanıyanlar: Uzaktan veya yakından sempatiyle bakıyor, açıkça veya belli-belirsiz selam veriyor, hatta gelip konuşuyorlar. Gözlerinde dostluğu okuyorum. Bir üçüncü bölüm ise, beni hiç tanımayanlar, özellikle gençler arasından... Onları da ben gözlem altına alıyor, sinemayla ilişkilerini anlamaya, geleceğin yönetmenlerini keşfetmeye çalışıyorum.
Özellikle Atlas sineması, AVM-ötesi kişilikli mekanıyla hoş oluyor. Daha girişten başlayıp fuayesi, barı, locaları ve devasa perdesiyle... Bu arada bir müjde vereyim: Öğrendiğime göre Atlas, Alkazar ve eski Elhamra salonları, tescilli tarihi binalar oldukları için hiçbir biçimde yıkılmaları sözkonusu değil. Hiç olmazsa onları kurtardık diye teselli bulalım!...
Filmlere gelince... Yeri gelince daha uzun yazacağız ya, işte ilk haftanın özet izlenimleri. En iyiler: Amerikalı Tony Kaye'in Kopma'sı eğitim sorunu çevresinde odaklanmış yaman ve şoke edici bir çağdaş toplum eleştirisi. Rus Sokurov'un Faust'u sabrı zorlayan, sinirlerle oynayan, ama kişiselliğiyle büyüleyen bir Goethe uyarlaması. Fransız Mathieu Kassovitz'in İsyan'ı Fransızların 1988'de, dominyonları Yeni Kaledonya'daki katliamları üzerine cesur ve enerjik bir rapor. Açılış filmi, İngiliz Terence Davies imzalı Aşkın Karanlık Yüzü yine aşırı kişiselliğiye irkilten, ama sonuç olarak kafalara yerleşen bir kadın-erkek ilişkileri dökümü.
Avusturyalı Markus Schleinzer imzalı Michael, tüyler ürpertici bir pedofil hikayesi. Rus Pawel Pawlikowski'nin İngiliz yapımı Gizemli Kadın, nefis bir tutku ve gizem öyküsü. Polonyalı Angieszka Holland'ın Karanlık Günler'i savaş dönemi ve soykırıma dair nefes kesici bir direniş öyküsü. Norveç filmi, Marius Holst imzalı Şeytan Adasının Kıralı, bir islahhanedeki asi gençlik üzerine güçlü bir dram-aksiyon. Danimarkalı Ole Christian Madsen'in Büyük Derbi'siyse Danimarka-Arjantin kültür çatışması üzerine şurup gibi bir komedi.
Bunlar benim tavsiye edeceğim filmler, ikinci haftada karşınıza çıkarsa görün.
Ama Yağmurdan Sonra'sına bayıldığımız İspanyol İciar Bollain'in Katmandu'da çektiği Gökyüzünde Bir Ayna'yı çok klasik ve naif bulduğumu, Romen Adrian Sitaru'nun İyi Niyetler'inden kendimi dışarı dar attığımı da söylemeliyim. Ya Yunan filmi Alpler? Kimilerince dahi olduğu söylenen genç yönetmen Yorgos Lanthimos'un bu çılgın, tuhaf, denetimsiz filmini nasıl tarif edeyim? Gerçek bir sinema meraklısıysanız, belki keyif alabilirsiniz.