İnsanlık tarihi iktidarda bulunan, hem de çağlarının en güçlüleri olan hükümdarlarla, insanlığa sanat ve düşünce yoluyla hizmet etmeye çalışan mütevazi Adem'lerin karşılaşma anekdotlarıyla doludur. Örneğin Büyük İskender'e "Gölge etme, başka ihsan istemem" diyen filozof Diyojen'in öyküsünü kim bilmez? Kraliçe Elizabeth'le Shakespeare'in karşılaşmasını Oscar'lı Aşık Shakespeare filminde keşfetmedik mi? Rönesans'ın öyküsü, Borjiya'ların melanetiyle büyük ressamların müthiş yeteneğinin çarpıcı buluşma öyküsü değil midir?
Bizim tarihimiz de bu tür karşılaşmaların lezzetli öyküleriyle dolup taşar. Timurlenk'le Nasreddin Hoca'nın boy ölçüşmesine güleriz, Fatih'in hocasına veya Kanuni'nin Mimar Sinan'a gösterdikleri saygı, yüzyıllar sonra bizlere kıvanç verir. Tarih, fiili gücü elinde tutanlarla düşüncenin, emeğin ve sanatın yollarına taş döşeyenler arasında bitip tükenmeyen bir iletişimin öyküsüdür: Kimi zaman en yüce dostluklar, kimi zaman zulüm ve baskı hikayeleri üreten...
Peki, günümüzün insanı Türkiye'nin Sayın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'la ABD'nin ünlü yazarı Paul Auster'in yanyana gelmeseler de -modern teknoloji sağolsun- uzaktan atışmalarına nasıl bakacak? Daha ötesi, bu çatışma da yukarda andıklarım gibi tarihe geçecek mi? Ve geçerse, geleceğin insanının sempatisi hangi yana gidecek?
Auster, Hürriyet'e verdiği beyanatta "Hapiste yatan gazeteciler yüzünden ülkenize gelmeyi reddediyorum. Tıpkı aynı nedenle Çin'e gitmeyi de reddettiğim gibi" demiş. Sayın Erdoğan da özetle "Ha, biz sana çok muhtaçtık. Aman gel ne olur!... Gelsen ne olur, gelmesen ne olur" diye yanıt vermiş.
Sayın Başbakan, bir kez daha temelde Türk kamuoyuna seslenmiş. İlk bakışta halkımıza, hatta hepimize sempatik gelen sözler etmiş. Paul Auster dünyada da, bizde de çok popüler, doğru. Ama eninde-sonunda bir sanatçı. Türkiye'ye gelse ne olur, gelmese ne olur? Ayrıca bu iletişim çağında, çok büyük ve önemli bir ülke olduğunu bildiği Türkiye'ye gelse, bu dev ülkeyi daha iyi tanısa, çelişkilerini görse, eleştirilerini daha sağlıklı biçimde yapamaz mı?
Ama bunu sağlamanın yolu, başbakanın uslubuyla onu alabildiğine küçümseyip hakaret etmek mi? Yoksa daha incelikli, daha çağdaş yollar olabilir mi? İşte bütün sorun bu. Şu anda, emin olun, dünyanın sayısız medya organında -gündelik gazetelerden haftalık dergilere, TV programlarından radyo söyleşilerine- bu olay işleniyor. Ve bilin bakalım, dünya kamuoyunun sempatisi kimin yanında yer alıyor? Evet, doğru tahmin ettiniz!... Hele söz konusu Batı medyası ise...
Tüm bu konular Batı'da ve dünyada artık özel danışmanların, özel ekiplerin fikirleriyle çözümleniyor. Sayın Erdoğan, özellikle ünlü sanatçıların da işin içine karıştığı tartışmalarda, ilk bakışta haklı gözüken anlık tepkiler yerine iyice düşünülmüş, özenle hazırlanmış yanıtlarla olaya baksa, emin olun bu Türkiye için çok daha hayırlı sonuçlar verecek bir çıkışa dönüşebilirdi. Ve şu anda heryerde çok farklı yazılar çıkabilirdi.
Yine de çok geç değil. Bir küçük davet yeterli. Dünyanın gözleri üzerinde olan, yükselen bir büyük devletten gelen bir küçük davet... Aklın yolu bu değil mi?