Evliya Çelebi, 17. yüzyılda yaşamış dünya gezgini bir büyük yazarımız. 25 Mart 1611'de İstanbul'da doğuyor, ölüm tarihi ise1682. Çağının bilginlerinden orta derecede ders görüyor. IV. Murat'ın son zamanlarında Enderun'da dört yıl kalarak sipahi oluyor. Ömrünün ilk 30 yılını İstanbul'da geçirdikten sonra, gezilerine 1630'da gördüğü bir düş üzerine önce İstanbul'u dolaşarak başlıyor; 1640'ta Bursa, İzmit, Trabzon'a, 1645'te Kırım ve Girit'e gidiyor. Çeşitli vesilelerle 50 yıl sürdürdüğü gezilerle üç kıtada Osmanlı İmparatorluğu'nun uzak - yakın hemen tüm kent ve ülkelerini görüyor. Gezip gördüğü bu yerleri de 10 ciltlik Seyahatname adlı yapıtında anlatıyor. Bu, Divan edebiyatımızın en büyük gezi yapıtı sayılır. Yalın, içten, özentisiz bir anlatımla yazarak halk dilini doğal haliyle muhafaza etmeyi başarıyor. Çağında müziğe, yazıya, güzel sanatların ve sporun her türlüsüne merakı olan Evliya Çelebi, gezip gördüğü yerleri, başından geçenleri çoğu kez nükteli bir dil, hatta sevimli bir abartmayla anlatıyor, usta bir romancı kimliğiyle yazdıklarında zaman zaman çağının yazarlarından ve söylentilerden de yararlanıyor. Birleşmiş Milletler Bilim, Eğitim ve Kültür Örgütü (UNESCO), geçen günlerde Evliya Çelebi'nin 400. doğum yılını, örgütün benimsediği yıldönümleri arasına aldı.
TÜFEKLE BALIK MI AVLANIR?
Çelebi'nin doğum tarihi 1611 olduğuna göre, sanırım 2011'de bütün dünyada hayatı ve yazdıkları gündeme taşınacaktır. Önümüzde iki yıldan az bir zaman var; başta Turizm ve Kültür Bakanlığı olmak üzere şimdiden hazırlıklara başlamalı, bu değerli yazarımızı hem kültürel açıdan hem de gezileri nedeniyle turizme katkılarından dolayı geniş bir değerlendirmeye tutmalıyız. Yaşar Kemal, yaklaşık yarım yüzyıl kadar önce Şile'de, gemilerin direklerini mekân tutan balıkçıların tüfekle 'yunus'ları nasıl vurduklarını keyifle anlatmaktadır. "Tüfekle balık mı avlanır?" demeyin. Bakın dört yüzyıl öncesinde de Çelebi, günümüz Türkçesine aktardığım ve Çocuk Cenneti Kitaplığı'ndan çıkan Acayip Öyküleri'nde Beykoz'da bir balık avını nasıl anlatmaktadır: "Beykoz iskelesi önünde, beş altı kadar gemi direğini birbirine bağlayıp denize dikmişler. Bir adam direğin tepesinde oturur, bekçilik yapar. "Karadeniz'in dalgalarından kurtulan kılıçbalığı, bu limana girince direğin tepesindeki adam, elindeki taşı kılıçbalıklarının arkasında denize atar. Taş denize 'tom' diye düşünce, zavallı balıklar limana doğru 'kurtuluştur' diye kaçar ve hemen denizin çevresini saran ağların ağzından içeri girerler. Direk başındaki bekçi ise 'Al a!' diye bağırmaya başlar. Avcılar hemen balık ağının ağzını kapatıp içeride kalan kılıçbalıklarını mızrak ve tokmaklarla vurup avlarlar. Bunlar taşıdıkları kılıç silahına yakışmayan tembel balıklardır. Bir kulaç kadar uzun burun kılıcı ağın deliğine girince kımıldamaya bile zaman bulamazlar. "Fakat eti sarımsaklı ve sirkeli tarator ile pişirilince çok nefis bir yemek olur."