Şairler eski şiirlerini yakmalı mı? Yalnız eski şiirlerini değil, yazdıklarının çeşitli versiyonlarını da? Turgut Uyar, ölümünden birkaç hafta önce, Taksim Lamartin Caddesi'ndeki evinde yaptığım konuşmada "Ardımda hiçbir şey bırakmak istemiyorum," demişti. Ahmed Arif de şiirlerini aklının beyazlığına yazardı, bu yüzden hiçbir şiirini kâğıda geçirmemişti. Aramızdan ayrılınca, şiirlerini de yüreğiyle birlikte götürdü. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okurken hocamız Mehmet Kaplan, benim şiir yazdığımı bildiğinden "Yazdığın her şiirin karalamalarını sakla," derdi. Batılı şairler böyle yapıyormuş çünkü. Daha sonra araştırmacılar, bu karalamalara bakarak şairin ya da yazarın dünyasına yeni yorumlar getiriyorlar, ruh halini sorguluyorlar. 60'lı yılların sonlarında Berlin'i mekan tutan Aras Ören'in her yazdığını Almanlar topluyordu. "Öyle ki," demişti Ören bir gün, "kafede çay içerken bir peçeteye iki satır bir şey karalamayayım, o bile Almanların ilgisini çekiyordu." Çünkü Aras, Berlin'de bir yabancı işçiydi; ayrıca romanlar, hikayeler yazıyordu. Yazdıkları çok ilginç şeyler olabilirdi; bu nedenle de dikkatle incelenip araştırılmalı idi. Geçen gün kitaplarımın arasında 60'lı yılların başında yazdığım birkaç defter dolusu eski şiirlerimi buldum. Çoğu İzmir ve çevresinde çıkan dergi ve gazetelerde yayımlanmış, ama hemen hemen hiçbirisini kitaplarıma almamışım. Gençlik hevesi ürünler... Göz atınca çoğunda 'ölüm' düşüncesinin şiirlerin ara koridorlarında gezindiğini fark ettim. Gençliğin emekleme çağında nereden geliyordu bu ölüm düşüncesi? Sanırım o yıllar Cahit Sıtkı'nın şiirlerini çok okumaktan. Belki de Otuz Beş yaşın etkisi... Oysa şu son sekiz ayda iki kez hastanede yatmıştım. Üstelik ikinci yatışımda kalbime giden dört damar değiştirilmiş, 15 saat yoğun bakımda kalmıştım. Ama ne ameliyat öncesi, ne sonrasında aklımın ucundan 'ölüm' düşüncesi geçmişti, yalnızca biraz yaşlandığımı düşünmüştüm. (*) Geçenlerde J. G. Ballard'ın Çarpışma romanını okurken 'ölüm' düşüncesi yine o gençlik günlerinin tazeliğiyle dolanır oldu beynimde ve yüreğimde. En çok da şu cümle: "Vaughan ölmeden çok önce kendi ölümümü de düşünmeye başlamıştım. Kiminle birlikte ölürdüm acaba, hangi rolde ölürdüm - bir psikopat ya da nevrastenik olarak mı, yoksa firar etmiş bir katil olarak mı?" Sonrasında düşüncenin ivmesi, gençliğin soyut 'ölüm'ünden kapı dışı edilerek geldi, "Ölürsem kiminle birlikte, nasıl ölürüm?" noktasına dayandı. Gerçekten kiminle ölürdüm ben? Yanımda kimin olmasını isterdim? Hayatımın hangi özleminin son kez dudaklarıma bir öpücük kondurmasını, hangi umudun alnımı okşamasını, hangi yalnızlığın yüreğimde bir sızı olarak kabarmasını beklerdim? Ömür boyu sevdiğim bir kadının serin eli mi olurdu baş ucumda, yoksa akşam güneşinin sevinçli sıcaklığı mı? Neyse eski şiirler eski defterlerde kalsın. Ölüm de uzak dursun soluk benziyle hayatımızdan. Ölümü de anlatsa, hayatın sönmeyen çığlığı değil midir şiirler?
***
(*) YAŞLANMAK; belli belirsiz hatırlananlarla, anısına çok önem verilerek dikkatle saklanan nesnelerle, ışıklarla, kalın gölgelerle, ağır taşlarla her geçen gün biraz daha büyüyen bir ev inşa etmektir. (Tahar Ben Jelloun; Duygular Labirenti, Can Yayınları)
İNADINA ŞİİR
Küs
Unuttum dilini zamanın
hiçbir çiçek konuşmuyor
benimle
hiçbir rüzgâr
tanyeri
kiraz ağaçları
Ben de konuşmuyorum
REFİK DURBAŞ