'Huzur dersleri' başlığını görünce, hemen oradan başladım okumaya. Huzur, dersle alınabiliyor mu sahi? Okuldayken pek varlık göstermemiş olanlarımız bile muhakkak almak ister bu dersi. Adı bile içini hafifletiyor insanın: Oh! Şimdiki bütün bu iyilik, güzellik, farkındalık atölyelerinin anası/atası bu huzur dersleri miymiş yoksa? Yok. Değilmiş. Ramazanlarda, sarayda padişahın huzurunda verilen derslerin adıymış bu. Osmanlı'da padişahlar bilimi ve kültürü ileri taşımak için çok önem veriyor bu derslere. Fatih döneminden itibaren kendileri de bulunuyor toplantılarda. Ciddi ciddi seminer, panel bunlar. Kimler katılırmış, ne giyilirmiş, Bakara suresinin tefsiri kaç yıl sürmüş, Sultan Mahmud'un niye canı sıkılmış, neler neler... 1759'dan 1924'e 165 yıl devam etmiş bu huzur dersleri. Bulunmuş mu huzur, bilemeyiz. Kandiller Yanarken / Eski İstanbul'da Ramazan ismini taşıyor elimdeki kitap. Pek çok edebiyatçıdan derleme tekniğiyle ortaya çıkmış. "Galiba ramazanda oruç tutanlar midelerinden en şımarık ve en sevgili bir çocukmuş gibi hiçbir şey esirgemiyorlar" diyor Halide Edip Adıvar mesela ve sanki çocukluğumdaki bizim aileyi tarif ediyor! Küçük kız Halide olarak omuzda, Süleymaniye Camii'ne teravih namazına gidişini anlatıyor sonra: "Havada titreyen yüzlerce kandilin altında muazzam bir kalabalık diz çökmüş oturuyor. Bir tek boş yer yok. Bu, adeta üzerinde her çeşit renk, yaş, kıyafet ve cins insanlardan örülmüş bir halıya benziyor. (...) Bir tek ses, imamın sesi, her hareketi idare ediyor. Her hareket muazzam ve karışık bir ahenkle tek falso yapmadan, bir hareket senfonisi halinde birbirini takip ediyor." Halide Edip, uzun yıllar gitmemiş Süleymaniye'ye. Tembellikten değil, tedirginlikten: "Etrafındaki müze ve imareti gezdiğim zaman dahi Süleymaniye'ye girsem o ilk teravihde ruhuma çarpan ilahi hatıranın kaybolmasından korktum" diyor. Her sefer, başka bir hatıra halbuki... Çocukken, daha bir vazife gibi... Büyüyünce ise hayranlık, huzur ve teslimiyet de büyüyor. Birkaç ay önce gittik Süleymaniye Camii'ne ve 1500'lerin ortasında nasıl yapılabilmiş olduğuna bir kere daha şaştık. 'Büyüksün Mimar Sinan, huzur içinde uyu' dedik. İçimize çektik, nefesimizi tuttuk, o tarifsiz atmosferi içimize hapsettik. Huzur dersle olmuyor ama işte bazı yerlerde gelip insanı buluyor...
İŞTE BUNLAR HEP KADIN CESARETİ!
Cesaret; bazıları için ekstrem sporlar yapmak, bazıları içinse yazlıktaki böcekten çığlık atmadan kurtulmak. Cümle kurma karşılığında bankamatikten küçük paralar çekebilen ve 25 yıldır sadece bunu yapmayı bilen biri olarak benim içinse cesaret: Eldeki üç beş kuruşu batırma riskini göze alarak kendi işini kurmak olsa gerek. Bunu hele bir kadının yapması: Cesaretin dik âlâsı! Mesela 1976 doğumlu Tuğba Bayburtluoğlu... Okulu bitiriyor, bir süre gıda mühendisi olarak çalıştıktan sonra evleniyor. Önce yaşadığı şehir değişiyor. Sonra çocuk sahibi oluyor. Mutlu olmasına mutlu ama bir soru zihnini kurcalayıp duruyor: Hayat bundan mı ibaret? Ağzına sebze sürmeyen eşine, çaktırmadan kerevizli makarna yedirmesiyle doğuyor fikir: Acaba kocasına, çocuğuna, ev halkına kerevizli makarna yedirmek isteyen başka kadınlar da var mıdır? (Koro: Evet! Evet! Evet!) Kolları sıvıyor. Yaptıklarını önce 'gittigidiyor'da, daha sonra da kendi açtığı 'makarnalutfen.com' (Makarna Lütfen) sitesinde pazarlamaya başlıyor. İlk yıl ayda 20 sipariş alıyor. Kocaya kereviz yedirmekten bile zor belki ama moralini bozmuyor. Derken talep artıyor. İtalya'dan aldığı makineyle bir sürü yeni makarna üretiyor. Siteye ayrıca erişte, çorba, reçel gibi ürünler de koyarak yaklaşık 250 çeşide ulaşıyor. Şirket üçüncü yılında artık ve günde 60 parça sipariş almakta... Nereden öğreniyoruz Tuğba Bayburtluoğlu'nun hikâyesini? Türkiye Kadın Girişimciler Derneği ile Garanti Bankası'nın ortaklaşa düzenlediği 'Kadın Girişimci Buluşmaları'nın Kırklareli etabından... Bir başka örnek, engelliler için çözüm gereçleri üreten 31 yaşındaki Melis Büyüksan... Üniversitenin ilk sınıfından beri çalışıyor. Çeşitli işlere girip çıkıyor, son durağı medikal ürünler ithal eden bir şirket. Orada tecrübe kazanıyor. Derken Türkiye'de engelliler için ne çok engel olduğunu fark ediyor (Koro yine devreye girer: Çok. Çok. Çok.) Akabinde kendi şirketini kuruyor. İlk ithalatı merdivenlere yerleştirilen engelli rampaları... İki yıl içinde yerli üretime geçiyor. Şu anda ürünlerini yurt dışına pazarlamak için fuarları gezmekte... Tuğba B. ile Melis B.'nin zengin ayrıntılarla dolu başarı hikâyelerinde bazı ortak noktalar var: En önemlisi cesaret, sonra da sebat. "Ben bu işi yaparım" diyorlar, gözlerini karartıyor ama enseyi karartmıyor ve asla vazgeçmiyorlar. En sonunda yüzleri gülüyor, hem kendileri hem de tüm tanıyanlar onlarla gurur duyuyor. Kadın cesareti böyle bir şey işte, büyük güç... Her eve lazım!
?'EŞKIYA'NIN SIRRI KADINLARDA
Yaza girerken diziler birer ikişer sezon finali yapıyor. Hayranım senaryo yazarlarına, izleyiciyi nasıl da yolun ortasında, hevesi kursağında bırakıyor! Sezon bölümlerinde çıtayı zaten yükseltmişsen, şanına yakışır da bir sezon finali yapman lazım, mecbur. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz da tam o kıvamda, kesti nefesleri. Bu diziyi bu kadar fenomen yapan ne? Vurdu-kırdılı mafya hikâyelerinin normal şartlarda hiç de alıcısı olmayan kadın kalabalıklarını da kendine bağlamasına sebep? İşte tam da kadın gücü o. Başta Meryem (Deniz Çakır) ve Hayriye hanım (Sabina Toziya) olmak üzere, Hatice'den (Sevinç Gürşen) Zeyno'ya (Ece Hakim) tüm Çakırbeyli kadınları kuvvetli, dirayetli, esaslı karakterler. Duruşları da lafları da iz bırakıyor. Hızır Reis'in (Oktay Kaynarca) iki eşli olma hali bile gölgelemiyor bunu. Hiç mi mağdur olmuyor kadın? Oluyor. Zorlanıyor, üzülüyor, ağlıyor... Ama sezon finalinde de gördük ki, o aileyi esasında Meryem Çakırbeyli bir arada ve ayakta tutuyor. İlk bakışta bu kadar 'erkek' duran bir dizinin, içine girdiğinizde bu denli kadın ağırlığı taşıması... İşin sırrı burada galiba...