İstanbul'da tek yemeklik hakkım varsa, deniz kenarında balıktır o. Ege'de otlarla haşır neşir olmamak tuhaf kaçar.
Antalya'dan tahinli piyaz tatmadan dönülmez. Edirne'de et, köfte, ciğer, kendinden emin olmayan vejetaryenleri bile yoldan çıkarabilir. Konya'da etli ekmek, Kayseri'de mantı, Eskişehir'de çibörek, Tokat'ta yüksük ebatta sarma atlanmaz. Hatay'da meze, Gaziantep'te kebap üstü baklava, Şanlıurfa'da şıllık şarttır. Karadeniz'e gidip de mıhlamayla delirmeyen ama sonra fondüye güzelleme düzense dayaklıktır!
Yunan adaları, başta ahtapot olmak üzere, kalamar dolması, karides saganaki vs şeklinde çeşitli deniz mahsulleridir.
Batum'dan haçapuri yemeden dönen, gitmiş sayılmaz.
Fransız mutfağı, gastronominin kitabını yazmış tamam ama Paris bir tek nesneye indirgenirse, kruvasandır herhalde.
Barselona tapas, Lizbon ise Pastel de Nata'dır. Beyrut mezedir. Buenos Aires elbette ki damardan et... Napoli pizza olsa gerek, Amsterdam'ın o trüflü peynirleri burnumda tütüyor...
Her şehrin alametifarikası sayılacak lezzeti var. Benim için Berlin de, dünya mutfağının her türlüsünü tadabileceğiniz onca restorana rağmen en nihayetinde hep sosis ve biraydı.
KaDeWe'nin en üstün altındaki gurme katı efsaneydi, evet. Hayatımın en tatmin edici istiridyelerini burada yemiştim, doğru. Her geldiğimde bu katta saatlerce kaybolmak en büyük zevkimdi, evet. Ölünce buraya gömülmek istiyordum, o da doğru. Ama hepsi bir yana, Berlin en nihayetinde sosis ve biraydı işte, yapacak bir şey yok!
Bu son gidişimse her şeyi değiştirdi.
Sakıp Sabancı Müzesi ve Akbank Sanat'ın davetlisi olarak Ai Weiwei'in atölyesini ziyaret etmek için bulunduğumuz Berlin'de, üç gün boyunca gideceğimiz restoranlar da itinayla seçilmişti.
Müze müdürü sevgili Nazan Ölçer'in bilgisi, görgüsü her yerde kendini hissettiriyordu.
Restoran seçimi Michelin yıldızı ya da gel geç trendler doğrultusunda değil, kentin tarihini, kültürünü, dokusunu gözeterek yapılmıştı. Menüler sade, zarif, ölçülüydü. Ve de yemek mevzubahis olduğunda en önemlisi:
Her şey son derece lezzetliydi.
Yolum tekrar Berlin'e düşerse muhakkak yine gitmek isterim bu lokantalara, o kadar net...
Drachenhaus Restaurant
Burası bir garnizon şehri olan Potsdam'da, 1700'lerin ikinci yarısında Prusya kralı olan II. Friedrich'in yazlık sarayının (Sanssouci Sarayı) bahçesinde. Sonsuz yeşillikler içindeki Çin kulesinde yer alan lokantanın fesleğenli domates çorbası enfesti. Balık tam kıvamında pişmişti, onu ağırlayan ıspanak yatağı da çok rahattı!
Nikolskoe Restaurant
Wannsee semti adını, adaşı olan gölden alıyor. II. Dünya Savaşı'ndan önce kalburüstü insanların yaşadığı bu semtte, 20. yüzyılın başlarında Avrupalı aristokratların da malikaneleri bulunuyor. Gittiğimiz restoran, Son Rus Çarı II. Nikolay'a ait 'Daça' (yazlık köşk) içinde. Manzara şiir gibi... Lezzetler de... Sonrasında yaşadığımız hazım sorununun, burada yediklerimizle hiç alakası yok. Nazi Partisi yöneticilerinin Yahudileri yok etme kararını aldıkları Wannsee Konferensı'nın gerçekleştiği villayı ziyaret edip de olanları hazmetmek için zannediyorum kalbini de beynini de aldırmış olmak gerek...
Oxymoron
Art nouveau mimarisiyle muazzam olan Hackescher Hof / Markt; sanat galerileri, tasarım dükkânları, kafe ve lokantalarıyla da hep bir cazibe merkezi. Daha önce kek ve kahve tecrübem olan Oxymoron da burada ve evvela salatasıyla tavlıyor. Çıtır yaprakların içinde incecik doğranmış şeftali, mürdüm eriği, üzüm ve çilek dilimleri var ve şahane renklilikte bir çiçek bahçesini andıran bu salata, ilk lokmada ağzınızı da şenlendiriyor. Yanında İsviçre pazısı ve wasabili patates püresiyle gelen kızarmış somon fileto çok başarılı. Ama finaldeki çikolatalı creme brule ve mango sorbe çiftini tavsiye etmem doğrusu. O biraz oksimoron olmuş; güzelim yemeğin üstüne sessiz bir çığlık attırıyor!
Katz Orange
1800'lerin sonundan biblo gibi gözalıcı bina, iyi dekorasyon, yakışıklı garsonlar... Berlin'in en popüler, en yüksek enerjili restoranlarından Katz Orange'a ikinci gelişim. Burası yereli, mevsimseli ve en mühimi de lezzeti önemseyen bir restoran. 12 saat ağır ateşte pişen tandırımsı eti, tam bir buçuk yıl arayla yine mükemmeldi.
Reinhard's (Nikolaıviertel)
Gendarmenmarkt'a yakın bu restoran, savaş sırasında bombalanıp sonra yeniden inşa edilmiş. Duvarlardaki fotoğraflara bakmaya doyulmuyor. Garsondan kart alma huyum hiç yoktur ama buradaki yemek o kadar nefis ki, bunu bile yapıyorum! Pırasa ve patatesli çorba, bitmesini hiç istemeyeceğiniz bir krema. Izgara somon fileto, şimdiye kadar karşılaştıklarımın en iyisi olabilir. Sote sebzeler dalından demin kopmuş tazelikte. Marine edilmiş çileklerle Creme Brule, rüya gibi...