İstanbul'dan tüm Türkiye'ye yayılan gösterilerin başlangıcında, iş nedeniyle bir grup meslektaşımızla birlikte yurtdışındaydık. Gelişmeleri kaygıyla, büyük üzüntü duyarak izledik. Bu sürecin, en trajik olan iki noktası var.
Birincisi tamamen barışcıl çizgide, demokratik sınırlarda sürdürülen gösterilerde, yurttaşların karşılaştığı şiddet. İkincisi, özellikle provokasyon ortamının körüklenerek, bu kez gösterilerin bir bölümünün karşı şiddet eylemlerine dönüşmesi; topluca zarar görülmesi.
İzmir'den bakınca da kentte üzücü olan iki tablo var. Birincisi ne yazık ki emniyetin üst bölümünün bütün uyarılarına rağmen; polisin kontroldan çıkarak bazı noktalarda yurttaşlara karşı geliştirdiği çok sert tutum. Bu tablo dışında ise trajik olan, kentte sahneye provakatörlerin çıkışı ve ortalığı yakıp yıkmaları. Ama şurası da bir gerçek ki; barışcıl tepki gösteren İzmirli yurttaşlar; provokasyon ortamına çekilmemek için yoğun çaba gösterdi. Gelinen noktada, önce Cumhurbaşkanı Gül'ün, ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın, esas olarak Hükümeti temsilen yaptığı 'sağduyu' çağrısı, olgun ve olumlu adımları yansıtıyor. Artık birbirimizi ötekileştirmeden, verilen mesajların anlamlı şekilde alındığını düşünerek, hepimiz sağduyumuzu koruyarak davranmalıyız. Şu anda ihtiyacımız olan şey, aklımızı kullanmak, özenli olmak, 'hassas uzlaşmaya' yönelik dengeleri sürdürmektir.
Sonuçta yaşadığımız süreci, demokratik yollarla seçimin olduğu bir ülkede, Arap Baharı ile karşılaştırmak da doğru sayılmaz. Temel sorun, uçlara savrulmuş kültür çatışmasının varlığı. Bu çatışmayı sonlandıracak olan ise, empati yeteneğimiz ve insanların birbirlerini anlamaya çalışmaları. Çünkü parçalı bir Türkiye'ye döndük. Önümüzdeki sorun, bunu aşmanın sahici yollarını bulmak; ülkenin bütünü için, sağduyuyu, uzlaşmayı, insanlığı öne çıkarmaktır.