"Süreç" yavaş yavaş rayına oturuyor. Daha doğrusu altındaki zemin giderek sağlamlaşıyor.
Acı, şiddet ve terörün gündemden tamamen çıkması, geri kalan tüm reformların gerçekleşmesi, ikinci sınıf yurttaşlığın ortadan kalması için yeniden başlayan diyalog süreci, araya giren birkaç silahlı çatışma ve Paris'te işlenen cinayetlere rağmen önemli sınavları peşpeşe geçmekte.
Bundan sonra esas soru, "açılım" veya "süreç" - adı ne olursa olsun- sağlıklı bir şekilde yürüyecekse, medyanın nasıl bir rol üstleneceğidir. Eski ezberler veya içselleştirilmiş kötülük dili üzerinden yaralama, tökezletme, kışkırtma, bozma amaçlı habercilik egemen olmaya devam mı edecek, yoksa serinkanlı, nesnel bir gazetecilik mi onun yerini alacak?
Şimdiye kadarki başarısızlıklarda faturanın bir kısmının medyaya ait olduğunu biliyoruz. Çözümden yana olmayan karanlık güçlerin, savaşı ve terörü mazur ve haklı gösteren odakların körüklemesiyle, ayrıca kaskatı bir milliyetçiliğin ve sansasyonalizmin de fişteklemesiyle, birçok iyi niyetli girişim maalesef berhava oldu. Bunlar yaşandığı halde, medyamız da dönüp, "benzeri meseleleri olan ülkelerde medya nasıl davranmıştı, biz neler yapabiliriz?" diye asla sormadı.
En azından medyada üst ve karar verici düzeyde bu noktaya hiç gelinmedi.
Süreci yöneten siyasiler, medyanın kilit rolünün farkında. Başbakan Erdoğan'ın geçen salı günü yaptığı grup konuşmasında şu sözleri hassasiyetlerin yeterince altını çizmekte: "Tüm STK'lara, tüm medya gruplarına sesleniyorum; sağduyulu, sabırlı ve sorumlu davranmaları şarttır..."
Bu hassasiyetlerin diğer siyasi partilerce de paylaşıldığını varsayabiliriz.
Okurumuz İlhami Kutlu, bu konuyla ilgili arayanlardan.
Dedi ki: "Ben Dersim tarafından bir Kürt'üm. İyi gazete okurum, SABAH'ı devamlı alırım.
Evvelce sizi hiç aramadım, ama şimdi yeri geldi diye aradım. Son aylarda BDP, KCK gibi haberlerde aşağılayıcı bazı ifadelere rastladığımda rencide oluyordum.
Bana bunlar hep devlet çıkışlı gibi geliyordu.
Bilin ki çevremizde bu haberlere karşı çok hassasız.
Biz de bu acılar bitsin istiyoruz. Ben Başbakan'a güveniyorum onu da söyleyeyim. Sizden ricam eliniz bir çözüme desteğe varsın, yapın bunu.."
Başbakan'ın sözünde iki nokta çok önemli: "tüm medya grupları" diyor, bir de "sabır" sözcüğünü kullanıyor.
Sadece SABAH değil, medya ne yapmalı? diye sorunca, şu basit gerçekleri önce sıralamak gerekiyor:
30 yıla yaklaşan bu belalı, kanlı çatışma sürecinde ölen sayısı 50 bine yaklaştı. Ölümlerin Türk veya Kürt kaç hısım akrabayı, kaç aileyi acı, üzüntü, kahır, öfke ve nefrete buladığını hesaplamak güç değil.
Bir haberci ve editör, özellikle "medya grubu" mensubu ise, yani geniş kitlelere haber sunuyorsa, şunu da aklından asla çıkarmamalı: Saygın kamuoyu araştırma şirketi KONDA'ya göre 74 milyonluk Türkiye'de Kürt sayısı kabaca 14 milyon. Ayrıca 5.4 milyon kişi bir Kürt ile evlilik akrabalık ilişkisi içinde.
Kürtler arasında seçmen oranı genel göre daha yüksek:
Yüzde 15. BDP'nin seçmen oranı da yıllardır sabite yakın, yüzde 6.5-7.5 arasında.
Bunlar çok önemli veriler. Şundan: Büyük gazeteler ve TV kanalları her zaman karma bir okur-izleyici kitlesine sahip oldu. Bu kitlelerin hassasiyetleri de elbette belirli noktalarda ayrıştı, yer yer çatıştı.
Bu da dengeli, sakin, kışkırtma ve nefret söyleminden uzak bir haberciliği gerekli kıldı.
Bu konu ara sıra - bu köşe de dahil- gündeme geldi, ama medyamızın nafile halleri sürdü. Sonuç, o veya bu kitlede, medyaya genel güvensizliğin, kırgınlık ve küskünlüğün devamı oldu.
Şimdi aynı medya, giderek daha ciddileşen, somutlaşan bu süreci işte bütün bu sosyolojik faktörleri ve kamuoyunda belirgin "yeter artık çözülsün bu mesele" eğilimini dikkate alarak halkın her kesimine hayırhah dille anlatmak gibi bir ödevle karşı karşıya.
Sorumluluk kadar sabır da bu yüzden önemli. IRA ve ETA gibi şiddet üretmiş örgütlerin sıfıra yakın hale getirilmesinde o ülkelerin medyasının sabrı hayati rol oynadı. Süreçlerde şiddet ara sıra nüksetse de; umutsuzluk saçan saldırılar, cinayetler olsa da, siyasi otoritedeki kararlılık medyada da karşılığını buldu.
Medya için temel ilke, süreci yapıcı bir dille izlemek, zedeleyici tavırlardan kaçınmak, siyasi otoriteyi değil, ölümü yıkımı bitiren uzlaşmayı desteklemektir.
Burada üç nokta öne çıkıyor. Birincisi, sözcükleri, kavram ve nitelemeleri iyice temizlenmiş, nötr bir dille habercilik yapmak: PKK veya "yasadışı PKK" demek varken, "terör örgütü" dememek. Her şeyi adıyla anmak, mesela "İmralı" yerine "Öcalan" diyebilmek. Sivillere karşı çok açık, net bir saldırı söz konusu olmadığı sürece "terörist" kelimesinden mümkün olduğu kadar uzak durmak. Halkın bir kesimini güvensizlik veya öfkeye sürükleyici, etnik açıdan gönül ve kalp kırıcı sıfatlardan uzak durmak; sevilmese de, hassasiyetlere saygı duymak. Başlık ve spotlarda dikkatli ve titiz olmak. Ekranlarda duygu sömürüsüne karşı sıfır tolerans göstermek.
İkincisi, "çözüm süreci"ni (barış süreci diyenler de olabilir, ama bence diğeri daha nötr) birebir ilgilendiren gizlilik, "kayıtdışı" (off the record) resmi demeçler ve ambargolu bilgileri uluorta haberleştirmemeye özen göstermek. Baltalama ve manipülasyon amaçlı olabilecek her dedikodu ve duyumu enine boyuna iyice teyit etmeden halkla paylaşmamak.
Üçüncüsü, hangi yana ait olursa olsun uzlaşma yerine çatışma, barış yerine savaşı savunan haber öznelerine karşı alabildiğine sorgulayıcı, kuşkucu ve ihtiyatlı yaklaşmak.
Bunlara dikkat edilirse, bilin ki, medyamız doğru yoldadır.