Medya özgürlüğü ve özdenetimi, ana ekseni kültür, güçlü sivil toplum örgütleri ve açık toplum hedefi üzerine oturan UNESCO gibi dev bir kuruluş için bile kolay değil. Geçen hafta içinde Paris'te örgüt merkezinde düzenlenen iki günlük kapsamlı toplantılar siyaset-medya, ekonomik aktörler-medya ilişkilerinde köklü hassasiyetleri de ortaya bir kez daha çıkardı.
Birçok ülkeden yüzlerce gazeteci, akademisyen, STK temsilcisi, hukukçu ve diplomatların katıldığı toplantıların 26 Ocak Çarşamba tarihli ilki -daha geniş olanı- ifade özgürlüğü konuluydu. İsveç'in öncülük ettiği sempozyumda her nasılsa Wikileaks olayı pek öne çıkmadı (belki de diplomatik kaygılar bastığından), ama katılımcılar özellikle Afrika ve Ortadoğu'daki durumla ilgili analizlerde iç daraltıcı ve umut kırıcı pek çok ayrıntı buldular.
Konuşma sırası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Genel Sekreteri Jean-François Julliard'a gelince, o ana kadar sakin kalan ortam bir anda geriliverdi. Çünkü RSF temsilcisi bulunduğu ortamda çok sayıda diplomat olduğunu belli ki hesaba katmamış, basına baskı uygulamarına örnek gösterirken Kuzey Kore ve Moritanya gibi ülkelerin adını zikretmiş; bir slaytta da "basın düşmanı" olarak Küba lideri Fidel Castro'nun portresine yer vermişti.
Konuşma ardından küçük çaplı bir kıyamet koptu. Peşpeşe söz alan K Kore ve Küba delegeleri suçlamaları uzun yazılı metne dayalı konuşmalarla reddettiler ve RSF'yi "uluslar arası oligarşinin maşası", "CIA'nın maaşlı kolu" olarak tanımladılar.
Bize anlatıldığı kadarıyla bu konuda, uluslar arası STK ve meslek örgütlerinin davet edildiği bu tür bir toplantı UNESCO'da ilk kez yapılıyordu; daha başından "cesur" bulunmuştu. Ama tartışmaların ardından bir Batılı UNESCO yetkilisi acı bir tebessümle tahminini paylaştı: "Bundan sonra çok uzun bir süre medya özgürlükleri bu binada tartışılmaz!"
Öyle bir risk olsa bile ilk gün katılımcıların hafizasını tazeledi, hem de yepyeni boyutlar sundu. Can güvenliği, hükümet baskısı, hapisler vb zaten bilinen ve başta Afrika ve Ortadoğu olmak üzere pek çok yerde karşımıza çıkan temel sorunlar. Ama gerek Uzakdoğu, gerekse Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinden gelen meslektaşların peşpeşe "devlet ve bürokrasi aktörlerinin basına uyguladığı baskılar tamam da ya ekonomik ağırlıklı 'devlet dışı' aktörlerin davranışları?" mealindeki çıkışları dikkatle not edildi. Bu çıkışlar aslında bazı otoriter rejimler ile RSF arasında yaşanan gerginliğin eksik bıraktığı bir boyutu da gündeme getirdi: Uluslar arası medya ve ifade özgürlüğü gözlem kuruluşları, baskı ve sansürü (dolayısı ile otosansürü) 'ölçer' ve ülke ülke, bölge bölge 'not verirken' resmi aktörler kadar devlet dışı aktörleri de kapsayacak kriterler geliştirmek zorunda. Çünkü, özellikle gelişmekte olan demokrasilerde tek baskı kaynağının devlet, hükümet ve bürokrasi olmadığı artık iyice biliniyor.
Bu açıdan en güçlü katkı, Arnavut meslektaşım Remzi Lani'den geldi.
Lani ve ben Güneydoğu Avrupa ve Türkiye'de "medya özdenetimi" (bağımsız basın konseyi ve ombudsmanlık modelleri) konularına ayrılan ikinci günkü toplantıda konuşmacıydık.
"Profesyonel Gazetecilik ve Özdenetim - Yeni Medya, eski ikilemler" başlıklı bu konferansı ayrı ve önemli kılan husus, iki yıllık, Balkanlar ve Türkiye eksenli bir projenin ardından yayınlanan kitaptı. Özdenetim alanında bölgede önemli bir boşluğu dolduran kitap, Sabah Okur Temsilcisi'nin de aralarında bulunduğu beş uzman tarafından hazırlandı. (Aksi bir durum olmazsa UNESCO bunu yakında Türkçe'ye de çevirtecek.)
Kitaptaki yazım ve sunumda ben daha çok özdenetimin temel felsefesi ve teknik yönlerine ağırlık verdim. Remzi Lani'nin odak noktası ise, "ayıplı ittifak" diye nitelediği medya-siyaset ilişkilerinin post-Yugoslavya dönemindeki evrimiydi.
Lani'nin kitapta yer alan analizi tek kelimeyle muhteşem. Berrak bir dille, Balkan medyasının geçiş döneminde nasıl "arada kaybolduğunu" anlatırken çizdiği ilişkiler ağı, Türkiye'de 90'lı yılları bilenlere "bu kadar mı benzerlik olur?" dedirten cinsten.
Evet, diyor Lani, bugün bölgede çoğulcu bir medya yapısı var, kanunlar da fena değil, ama bu kanunlar Avrupa standardına uygun olsalar da Balkan usulü uygulanıyorlar. Kanun var, ama kanuna uyma kanunu yok! Uygulamada siyaset, gelenek, altyapı, ekonomi hep rol oynamakta.
Evet, diyor Lani, hapis veya saldırılar geçmişte kalıyor; ama baskı biçimleri renk ve ton değiştiriyor, daha incelikli hal alıyor. Ekonomik baskılar büyüyor.
Günümüz Balkan medyası kamuoyunu temsil etmek yerine, siyasetin uzantısı olarak ortaya çıkıyor, diyor Lani. Arnavutluk, Karadağ, Kosova, Makedonya gibi ülkelerde kamu yayıncılığının merkezi yönetimlerin kontrolünde çeşitli istismarlara vesile olduğunu anlatıyor. Bir başka fenomen de, yazılıp çizilenlere karşı gösterilen mutlak kayıtsızlık, diye ekliyor. Mesela basının müthiş çoğulcu olduğu Arnavutluk'ta son yıllarda yolsuzlukları ortaya çıkaran araştırmacı gazetecilik örneklerine ne hükümet aldırmış ne de yargı.
Balkanlar medyası Lani'ye göre "siyaset ve iş camiası arasında sandviç" olmuş durumda. Her gün 26 (yazıyla, yirmi altı!) gazetenin çıktığı 3.5 milyonluk ülkedeki bu yayınların çoğunluğunu "inşaat şirketi bülteni" olarak niteliyor Lani. Ekliyor: "Şirketler bu gazetelere para pompalıyor, ama kamu çıkarlarını gözetsinler diye değil, iş çıkarlarına hizmet etsinler, iş alanını korusunlar diye."
Ama bu kısmen doğru, diye yazıyor Lani. Çünkü bu yayınlarla iş alemi baskı kuruyor, çıkar sağlıyor. Ve bazen yayınlanmayan haberler, yayınlananlardan daha fazla önem kazanıyor. Pek çok Balkan ülkesinde, Lani'nin "ayıplı" dediği siyaset-medya-iş alemi üçgenine sıkışan gazeteciler siyasi ve ekonomik baskı karşısında tercih bile yapamıyor. "Ekonomik kondüktörler pek çok yerde siyasi bekçilerin yerini almış durumda." Finansal baskıların çeşitli yollardan sektörü etkilemesi nedeniyle, Lani, bölgede bir "medya proleteryası" oluştuğunu da ekliyor.
Balkanlara bakınca görünen tabloda birden fazla nedene dayalı bir baskı ve sansür mekanizması var. Bu açıdan bakınca, hem Kuzey Kore gibi ülkelerle RSF gibi kuruluşların doğal olan kavgasının, dünyanın her yerinde "aynılık" taşımadığı, problemleri ölçecek kriterler kadar, tartışmaların da çeşitlenmesi gerektiği anlaşılıyor.
Kural değişmiyor: Sağlıklı bir demokrasi için özgür ve bağımsız medya şart. Özgür ve bağımsız bir medya için de sağlıklı bir demokrasi şart.