Hızlı akan bir trafikte önünüzdeki araç yavaş gidiyorsa, bilin ki bu aracın direksiyonundaki kişi cep telefonunda ya bir numara arıyordur, ya da SMS yazıyordur.
Teknolojinin yaşama getirdiği araçlardan biri olan otomobilin bir diğer araç olan cep telefonu ile birlikteliğinden, bu tür çarpık sonuçların çıkması şaşırtıcı değil mi? Sosyal medyanın ezik insanların küfürlerinin ve hakaretlerinin sergilendiği bir açık platforma dönüşmesi de, böyle bir çarpıklık örneği olabilir.
Yaşamımızı değiştiren çeşitli araçlarla tanışmamızın tarihi çok eskilere uzanmıyor. Bunlardan bazılarının icat ve imal edildikleri yılları hatırlayalım:
Buzdolabı, 1834/ Telefon, 1876/ Tıraş bıçağı, 1895/ Uzaktan kumanda, 1950/ Televizyon, 1925/ Kredi kartı, 1950/ Cep telefonu, 1947/ İnternet, 1969/ Kişisel bilgisayar (PC), 1977/ Dijital fotoğraf makinesi, 1975/ İPod, 2001...
Kitlesel tüketime açılmak
Bu araçların kitlesel tüketime açılmaları her şeyi değiştirdi.
Sadece bir evde bir televizyon alıcısının var olması veya Graham Bell'in bir merkezle telefonda konuşması fazla bir şeyi değiştirmez...
Enver Hoca'nın "Tek Adam" olduğu Arnavutluk'ta da televizyon yayını varmış... Ama tek alıcı Enver Hoca'nın Başkanlık Sarayı'ndaymış. Bu nedenle sabah yayını açan spiker "Günaydın Enver Hoca" diyerek güne başlarmış. Akşam yayını kapatan spiker de son söz olarak "İyi geceler Enver Hoca" dermiş.
Özellikle iletişimi kitlelere açan teknoloji ürünleri, sade beyin gücünün değil, bireysel zaafların da kaldıraçları oldular.
Ayıplı bir rekabet
Sadece yazılı basının (ve radyonun) var olduğu medyatik dünyada, biz gazeteciler kendimizi dünyaya yön veren insanlar olarak görürdük. Şimdi Tweeter'da veya Facebook'da mesaj yazan herkes, kendini öyle görüyor. Bu kargaşa yüzünden bazı gazeteciler, sosyal medyadaki küfür ve hakaretlerle köşelerinde rekabet etmek hatasına düşmeye başladılar.
Yerleşik medyanın bir gazetesinin bir köşesinde Başbakan Erdoğan'ı hedef alan bir yazıda "Mezarına tükürülmemesi için o mezarı polis araçları koruyacak" içerikli bir yazının yayınlanması, bu duruma örnek olamaz mı? Ama neticede biz gazeteciler de bütün zaaflarımızla birer insanız.
Kendilerini paşa sananlar
Güneydoğu'da PKK terörü ile mücadele edilen günlerde dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt, gazetelerin temsilcileri ile sohbet ederken bir olayı şöyle anlatmıştı:
-Dağlıca'da çatışma sürüyor. Saat 15.10... Subayın birini bir gazeteci arıyor. Kendisini paşa olarak tanıtıyor, bilgi almaya çalışıyor Kendisini tümgeneral olarak tanıtmış: Tümgeneral Yılmaz... 'Oğlum' demiş kaç kişiydiniz orada. Bilgiler almış. Şimdi bu etik bir davranış mı? Biz sahteciliği nasıl anladık? Bölgedeki PKK haberleşmesini, telsizlerini dinliyoruz. Arayan numaranın gazete santralı olduğunu anladık. Ben yöneticilerini aradım, onlar da çok üzüldüler.
İnsafsız bir coğrafya
Bu örnekte "Haber almak" için kendini general olarak sunan bir gazetecinin "Mesleki deformasyon"u vardı. Bugün ise, Güneydoğu'da çatışmaların bitmesini kabullenemeyen ve "Öcalan sizi satıyor" diyerek PKK'yı kışkırtan deforme gazetecileri görmüyor muyuz? Ya da bazıları Güneydoğu'da kan akmamasından mutluluk duyacak yerde, Batı'daki kent meydanlarının kana bulanmasına çanak tutmuyorlar mı? İletişimde çağ açan dijital teknolojiyi, ahlak ve yasa dışı dinlemeler için kullananlar arasında sözde inançlı abiler yok mu?
Yani direksiyonunda oldukları araç hareket halindeyken aracı değil de cep telefonlarını kullananlara çok şaşırmayalım... Din adamı kisvesinde beddualarla siyaset yapanları kınayacak yerde, gazete köşelerinde bu bedduaları tırmandıranların bulunduğu bir coğrafyada yaşıyoruz...
Dış dünya da bu coğrafyaya "Kendi insanlarınızı zehirli gaz dışı araçlarla öldürün" diyerek yaklaşmıyor mu?