Kendilerini toplumun kültür düzeyinin üzerinde gören ve seçilmişlerin iktidara sahip olmalarını kabullenemeyen "Sözde seçkinler"in siyasete bakış açılarına şekil verirken, Amerikan demokrasi tarihinin "Gerçek seçkin"lerinden biri olan Adlai Stevenson'un (1900-1905) şu gözlemini hep hatırlamalarında yarar var...
- Ülkedeki tüm bilinçli ve akıllı seçmenlerin bana oy vermesi, kazanmama yetmez. Bana çoğunluğun oy vermesi gerekir!
Siyasete girmeden siyaseti yönlendirecekleri hayalini gören "Sözde seçkinler" kadar siyasete giren ama çoğunluğun oylarını almayı hayal bile edemeyenlerin, Stevenson'un bu gözlemini daha derinine değerlendirmeleri gerekiyor.
Bu konuda bir başka kriter de muhalefetteyken söylenilenlerin ve yapılanların, iktidardayken de söylenilebilir ve yapılabilir olmaları değil midir?
Defalarca görmedik mi?
Yakın geçmişte bu duruma örnek davranışları iç ve dış siyasete ilişkin durumlarda defalarca görmedik mi? Örneğin "Biz iktidar olursak Çekiç Güç'ün görev süresini uzatmayacağız" diyenlerin, bu görev süresini kaç kez uzattıklarını görmedik mi?
Veya silah sistemlerinin yüzde 80'ini ABD'den sağlayan bir askeri yapıya sahip olmamıza karşın muhalefetteyken "Amerika ile ipleri kopartalım" diyenlerin, iktidar olunca ittifakı daha bağlantılı bir yapıya dönüştürdüklerine tanık olmadık mı?
Türk siyasetinde bu tür temel meseleler, nedense pek önem taşımaz. Ancak daha acı olan, aynı kargaşanın düşünce hayatına da egemen olmasıdır.
Sanal deniz feneri gibi...
Aktif siyaset dışındaki konumda bulunan, bağımsız, bağlantısız ve özerk olmaları gereken düşünce odakları, her toplum için bir sanal deniz feneri gibidirler. Bu tür düşünce odakları ülkenin gerçek veya yapay krizlerle karartılmış siyaset ve düşünce yaşamına, doğrunun ve gerçeğin ışığını tutup yol gösterirler.
Ama bu coğrafyada takıntısız veya saplantısız olmak galiba pek mümkün değildir.
Tayyip Erdoğan'a kızıp Beşar Esad'ı haklı bulmak, bir Türk aydını için garipsenecek bir tutum değildir mesela... Ya da "Barış Açılımı"nı bir Erdoğan Projesi olarak gördüğü için, PKK'nın terör eylemlerine devam etmesini ümit edenler yok mudur?
Bunlar lüks mü?
Veya demokrasi, sadece muhalefet partilerinin haklı bulunmaları ve desteklenmekleri gereken bir sistem midir? Bugün "Tayyip'i yedirmeyiz" diyenlerin, Menderes'in ve Özal'ın uğradıkları haksızlıkları ve hedef kılındıkları ayak oyunlarını da vurguladıklarını görmezden gelmek, mümkün müdür?
Aydınlar olarak da, bazı siyasetçilerin yaptıkları gibi egolarımızı şişirebiliriz. Kendimizi vazgeçilmez ve hatta ölümsüz olarak görebiliriz de. Ama bunu dünyaya, komşulara ve bize göre "Ötekiler" safına yerleştirdiğimiz kişilere ve kesimlere dönük bir nefret operasyonuna dayamaktan kaçınmamız gerekiyor.
Böyle beklentiler belki bizim için gereksiz lüksleri ifade ediyor olabilir. Ama bunları tekrarlamakta ve hatırlamakta sayılamayacak kadar çok yarar var.