Hepimiz sokaklara dökülüp endişelerini, mutsuzluklarını ve öfkelerini yürüyerek, durarak, tencere tava çalarak duyurmaya çalışan kitleleri anlamaya çalışıyoruz.
Eylemleri şiddete dönüştüren, yakan yıkan, güdülen ve kullanılan vandallardan soyutlayarak anlamaya çalışıyoruz "Millenium kuşağı"nın beklentilerini...
Ne yazık ki aynı anlama çabasını, hem öfkelerin hem de eylemlerin hedefi olan Başbakan Erdoğan için de harcamak gereğini pek hissetmiyoruz.
"Akil Adam"lar toplantısında Başbakan Erdoğan'la aktör Kadir İnanır arasında geçen diyalogu mutlaka okumuşsunuzdur. Hatırlatayım:
K.İ.- Burada çok yumuşak konuşuyorsunuz. Keşke her zaman böyle konuşsanız.
T.E.- Buradaki sohbet toplantısı. Biz bizeyiz. Ama dışarıda topluma karşı konuşmak ayrı. Sen Kadir İnanır'sın. Filmlerdeki rolün ile buradaki durumun aynı mı?
Rol mü yapıyormuş?
Eğer önyargılı ve "Erdoğan saplantılı" iseniz "Demek rol yapıyormuş" diyerek yerebilirsiniz Başbakan'ı...
Ama Başbakan da olsa başka bir konumda bulunsa da her olaydaki "İnsan unsuru" denilen gerçeği göz ardı etmiyorsanız, Başbakan Erdoğan'ı anlamaya çalışırsınız.
Müteveffa aktris Marilyn Monroe "Bir yıldız olmanın rüyasını görmek yıldız olmaktan daha heyecan vericidir" demişti bunalımlarla dolu ve intihar ile sonlanan yaşamının son günlerinde.
"Ben başbakan olsam böyle konuşmazdım" diyenler için belki bir şeyler ifade eder bu söylem...
Hayal kırıklığı...
Diyelim ki Türkiye'de Başbakan olmuşsunuz. Yönetimini devraldığınız ülkeye ve halka hizmet için gece gündüz inanılmaz bir tempoyla çalışıyorsunuz. Ülkeyi büyütüyor, alt ve üst yapıyı yeniliyor, ekonomiyi iflastan çıkartıp gelişme sürecine taşıyorsunuz. Dış dünyada "Hasta adam" konumundan sözü dinlenen, ağırlıklı bir ülke konumuna geliyor ülkeniz.
Kronik terör sorununu aşmak için de büyük bir siyasi risk alıp "Barış Süreci"ni başlatıyorsunuz.
Çabalarınızın takdir edilmesini beklediğiniz sırada bir anda kitleler sokaklara çıkıyor, sizi ve ailenizi hedef alan ağır ifadeler sosyal medyaya ve duvarlara dökülüyor, evinize ve çalışma mekânlarınıza saldırılar düzenleniyor...
Bu noktada "Acaba ben nerede hata yaptım" diye düşünceye mi dalar "İnsan unsuru" denilen o karmaşık ruh yapısı?
Ya da olaylara bir Bektaşi veya bir Budist gibi bakıp "Problemler zaten çözümlenecekse neden endişeleneyim, problemler çözümlenmeyecekse endişelenmenin ne yararı olur ki" diye mi davranır?
Hangi halk?
Neticede sokağa dökülen kesimler kendilerini "Halk" olarak sunarlarken, Başbakan Erdoğan da kendisini destekleyen ve üstelik çoğunluğu oluşturan "Halk"a gitmeyi tercih etti.
O gerginlik içinde Einstein gibi düşünüp "Bir problemin çözümüne 5 dakika ve o problemi anlamaya 55 dakika harcarım" demesi mümkün müydü?
Böyle noktalarda "İnsan unsuru" düşmanlarını affedebilir ama dost görünenlerin çarpık duruşlarını affetmez. "Sizin iktidarınızda servetimiz katlanarak arttı" diyen sanayicilerin, eşi Emine Erdoğan'ın peşinde neo-papatya konumunda koşuşan eşlerinin, Hac'ca ve Umre'ye giderek gösteri yapanların son olaylardaki konumlarını öfkeyle değerlendirdi.
Farklı bir ruh haleti
Başbakan olduklarında çalışıp hizmet etmek ve icraat yapmak yerine Türkiye'nin kayıp yıllarının sorumluları olan tembel ve yeteneksiz siyasetçilerin "Millenium Kuşağı" tarafından hiç eleştirilmediklerini... Buna karşı Menderes'in, Özal'ın yaşadıkları dönemde ne tür haksızlıklara hedef olduklarını da düşündü herhalde.
Her içki içene "Alkolik" denilmemesi gerektiğini, "Kürtaj"a dönük sürekli konuşmanın özel yaşama müdahale anlamında algılandığını falan düşünüp, özeleştiri yapacak ruh haletinde değildi.
1960'larda Avrupa'ya giden Türk misafir-işçiler için "Biz işçi bekliyorduk, oysa bütün sorunlarıyla onlar da insan çıktılar" demişti bir sosyolog...
Eylem koyanlar da hedef aldıkları Başbakan'ın koltuğunda muhafazakâr bir siyasetçi değil de deist bir filozof bulacaklarını mı zannediyorlardı?