Başbakan Erdoğan'ın AK Parti Grup toplantındaki konuşmasında Suriye ile tırmanan gerginlik konusunda söyledikleri, aklın ve gerçeklerin doğrultusundadır.
Özellikle şu cümle bundan sonra izlenecek yolda "Savaş"ın bulunmadığının vurgulanması açısından çok önemlidir:
"- Türkiye soğukkanlı ve vakur olmak zorundadır!"
Başbakan bu vurgunun ardından Türkiye'nin gelişmeleri eli kolu bağlı izlemesinin mümkün olmadığını da hatırlatarak, bundan sonraki tabloyu şöyle özetlemiştir:
- TSK'nın angajman kuralları değişti. Suriye tarafından Türkiye sınırına yaklaşan her askeri unsur bir tehdit olarak görülecektir.
Başbakan Erdoğan'ın sözünü ettiği "TSK'nın angajman kuralları" (Rules of engagement), ordunun hangi durumlarda bir olaya nasıl müdahalede bulunacağını belirler.
Rules Of Engagement
İzleyenler Amerikan televizyonlarında kadın-erkek ilişkilerini konu alan "Rules Of Engagement" diye bir dizinin bulunduğunu hatırlayacaklardır.
Örneğin hava sahasını ihlal eden bir yabancı uçağa, normal durumlardaki "Angajman kuralları"na göre önce çeşitli ve aşamalı uyarılarda bulunulur.
Artık bu uyarı aşamasının geçilmesi ve Suriye'nin yaptığı gibi ilk aşamada füze atılarak yabancı uçağın cezalandırılması, yeni angajman kurallarının gereği olabilir.
Veya sınırdaki bir Suriye birliğinin top ateşinden kaynaklanan mermi Türk sınırı içindeki bir mekâna kaza ile düştüğü zaman, buna karşı ateşle mukabele edilmesi de yeni angajman kurallarının bir yansıması olacaktır.
"Angajman kuralları" çeşitli kriz bölgelerine gönderilen BM Barış Gücü askerleri için de söz konusudur.
Örneğin Barış Gücü askerlerinin hangi durumlarda bulundukları ülkede silah kullanarak müdahale edebileceğine ilişkin angajman kurallarını, BM Genel Sekreterliği belirler.
Çelişkiler kompleksi
"Suriye krizi" dolayısıyla uluslararası ilişkilerin ve uluslararası hukukun teori ve pratik arasındaki bir çelişkiler kompleksi olduğunu bir kez daha öğreniyoruz.
Mesela teoride uluslararası ilişkilerin ve hukukun en temel kurallarından biri
"Ülkelerin içişlerine müdahale edilmemesi"dir.
Esad rejimi de bu ilkeyi gerekçe olarak alıyor ve Suriye'de olup bitenlerin bu ülkenin iç işi olduğunu ileri sürüyor.
Aynı gerekçeyi 1991'de Kuzey Irak'ta Kürt nüfusa karşı kırım başlatan Saddam yönetimi de, önce Bosna sonra da Kosova'da kırım yapan Sırp yönetimi de, uluslararası forumlarda seslendirmişlerdi.
Libya bu açıdan Kaddafi'nin bir iç işi ve hatta şahsi meselesi değil miydi?
Yani ülkelerin egemenlik hakları, yönetimlerin kendi halklarına zulüm etmesinin "İç iş" olarak kabul edilmesine yetmiyor.
Müttefiklere karşı öfke
Başbakan Erdoğan dünkü konuşmasında "Bugün Şam ve Humus, Halep dediğimizde hesap peşinde değiliz.
Akan kanın durmasını istiyoruz" derken uluslararası hukukun bu çağdaş gerçeğini hatırlatmaktaydı.
Ancak bir başka mesele de, Suriye konusunda Türkiye'nin birlikte hareket ettiği müttefiklerinin ve özellikle ABD'nin Türkiye'ye göre daha pasif konumda bulunmalarıdır.
Bu durum sonunda bazılarımızın ABD'ye öfkelenmesine dayanan ama evrensel bir gerçeğin yansıması olan genellemeyi doğruluyor.
Buna göre "Savaşlar ve uluslararası gerginlikler bize düşmanlarımızı sevmemizi değil, müttefiklerimizden nefret etmemizi sağlar."
Sovyetler Birliği Kıbrıs Krizi dolayısıyla Türkiye'yi tehdit ettiğinde ABD Başkanı Johnson'un da Türkiye'yi uyarması (5 Haziran 1964) sonunda, hem NATO'dan hem de Amerika'dan nefret etmemiş miydik?
Neyse... Yaşadıkça hem öğreneceğiz hem de geçmişi hatırlayacağız.