Büyük olayları sadece bir günü hatırlayarak anlamak mümkün değildir.
Bizdeki 12 Eylül 1980 askeri müdahalesini de öncesi ve sonrası ile değerlendirmemiz şarttır.
1 Şubat 1979 akşamı trenle İstanbul'dan Ankara'ya giderken Abdi İpekçi'nin öldürüldüğünü öğrendim.
Ankara'da trenden iner inmez Başbakan Ecevit'e gittim. Özel kalem Müdürü Kemal Güçyener hemen beni Başbakan'ın odasına aldı.
Ecevit Başbakanlık makamında daktilo başında bir şeyler yazıyordu.
- Hemen Demirel'le buluşmalı ve CHP-AP koalisyonu için uzlaşmalısınız. Abdi İpekçi'nin öldürülmesi dönüşü mümkün olmayan çok tehlikeli bir yola girdiğimizin işaretidir, dedim.
Ecevit Demirel'le görüşmesine gerek olmadığını ve ayrıca Senato Başkanı Sırrı Atalay'la buluşacağını, programının dolu olduğunu söyledi.
Demirel'in sözleri
Başbakanlıktan çıktım ve Süleyman Demirel'in Güniz Sokak'taki evine gittim.
Demirel beni görünce boynuma sarıldı ve "İpekçi'nin katledilmesi beni perişan etti" dedi.
Ona yalan söyledim,
- Ecevit'in yanından geliyorum. Sizinle buluşup, görüşmek istiyor, dedim.
Demirel bu sözlerimin gerçek olamayacağını söyledi.
- Ecevit benimle görüşmez. Sen beni aldatıyorsun. Ama anlıyorum seni. İkimizin birlikte fotoğrafımızı çektirip, bunu gazetenin manşetine koyacaksın. Sonra da "Abdi İpekçi'yi bunlar öldürdü" diye başlık atacaksın, dedi.
Sonra ekledi.
- İpekçi'nin cenazesinde gözümü Ecevit'e dikeceğim. Bakıp selam verirse koluna girip, onun istediği yere gideceğim. Koalisyon kuralım derse, bütün şartları onun belirlemesine razı olacağım. Sana söz veriyorum, dedi.
Yüzüne bile bakmamış
Abdi İpekçi'nin Teşvikiye Camisi'ndeki cenaze töreninden sonra AP'nin İstanbul İl Başkanı olan Hüsamettin Cindoruk bana geldi,
- Beni Sayın Demirel gönderdi size... İpekçi'nin cenaze töreninde size söylediği gibi Ecevit'e dikti gözlerini. Ama Ecevit ona selam bile vermedi. Bunu size anlatmamı istedi Sayın Demirel, dedi.
12 Eylül 1980 sabahı askeri müdahale ertesinde Ecevit ile Demirel'in eşleriyle birlikte Hamzakoy'daki bir askeri dinlenme kampında yan yana evlerde göz altında tutulduklarını öğrenince, telefonla bu kampı aradım.
Telefonda karşıma çıkan kişiye "Süleyman Demirel'le görüşmek istiyorum" dedim. Bağladılar.
- Süleyman Bey, nasılsınız, Nazmiye Hanımefendi iyi mi? Benim karşılayabileceğim bir ihtiyacınız var mı, dedim bir nefeste.
Aynı denize bakmak
Arkasından sordum:
- Ecevit'le aynı mekândaymışsınız... Görüşüyor musunuz?
Demirel "Sadece aynı denize bakıyoruz" diye cevap verdi.
12 Eylül bir "Askeri darbe" değil sivil siyasetçilerin de ve özellikle bürokratların katılımıyla yapılan, ayrıca dış desteğe sahip bir "Devlet müdahalesi"ydi. İç şartlar ve dış konjonktür bu müdahalenin tartışılmadan kabulü konusunda izdüşümüne girmişlerdi.
Parlamentoları kapatılan milletvekillerimiz Avrupa Konseyi Parlamentosunda "Türkiye'de demokrasi kesilmedi, Türkiye'nin Konsey üyeliğini askıya alamazsınız" diye konuşma yaparlardı.
Anayasa yoktu ama Anayasa Mahkemesi vardı.
Özal'ın sorunu
Arkalarında milyonlarca seçmen bulunan parti liderleri, bir tebliğle gözaltına gitmeyi kabullenmişlerdi.
Turgut Özal 12 Eylül'ün Ulusu Hükümeti'nin Başbakan Yardımcısıydı.
Bir gün bana geldi ve trafik kazası geçirdiği için askeri hastanede tutuklu bulunan kardeşi MSP'li Korkut Özal'a, bir astsubayın kötü muamele ettiğini söyledi.
- Ne yapacağımı bilmiyorum, dedi.
O sırada bir yurtdışı geziye Devlet Başkanı Evren'le gidiyorduk.
Evren'e Başbakan Yardımcısı'nın bana anlattıklarını ilettim.
Dönünce Turgut Özal aradı beni, teşekkür etti. O astsubayı oradan uzaklaştırmışlar.
Birkaç yıl sonra Başbakan Özal, Cumhurbaşkanı Evren'in desteği ile Org. Öztorun'u emekli etti.
"Acaba Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı olsaydı Başbakan Erdoğan YAŞ'taki emeklilik kararlarını alabilir miydi" diye düşünmüştüm bu ağustosta.
Evren Cumhurbaşkanlığının bitmek üzere olduğu 1989'un yazında beni aradı. O sırada gazeteciliğe yine zorunlu bir ara vermiştim.
"Yazılarınızı okuyamıyorum, sağlığınız yerinde mi? Sizi ziyaret etmek istiyorum" dedi ve ertesi gün Anadoluhisarı'nda yazı geçirdiğimiz kiralık yalıya denizden geldi.
Gidici son kuşak
Annem, eşim, çocuklarımla birlikte yalının bahçesinde Evren'le birlikte oturup sohbet ettik.
O sohbet sırasında bana söylediği sözlerden biri hâlâ aklımda,
- Biz darbe yapıp en kısa sürede kışlaya dönmekte kararlı son kuşak askerleriz. Bizden sonraki kuşak darbe yaparsa geri dönmek istemeyecektir, demişti.
1997'de post-modern darbe sürecinde "28 Şubat bin yıl sürecektir" içerikli konuşmaları sık sık duyarken ve bunu destekleyen yazıları okurken, Evren'in bu sözünü hep hatırlamışımdır.
28 Şubat'ı cilalayanlar şimdi 12 Eylül'ü sorgulamaya çalışırken, 27 Mayıs'ı ve 12 Mart'ı da yaşamış kuşağın mensubu olarak, bunlara sadece gülüyorum.