Krizlerin sonuçlarını krizlerin nedeni zannetmek, sade biz Türklere özgü bir kitlesel yanlış algılama biçimi değil ki.
Yunanistan'daki ekonomik krizden çıkabilmek için kuşak sıkma önlemleri uygulayan Papandreu hükümetine karşı kitlesel eylemlerle tepki koyan Yunanlıların, olayı sebep-sonuç ilişkisi içinde algılayamadıklarını Herkül Millas Zaman'daki yorumunda özetle şöyle anlatmıştı:
- Yunanistan'dan şu an istenen borcunu ödemesi değildir; bütçe açıklarını dengelemesi, ekonomik sistemini çağdaş ve rekabetçi kılması, gerekli yapısal dönüşümleri yapmasıdır. İstenen artık ürettiğinden fazlasını tüketmemesidir.
- Ayrıca yapılması gereken ve yapılmamış olan, gereğinden çok kabarık olan - en büyük dert- devlet sektörünün küçülmesi ve memurların sayısının azaltılmasıdır. Son on yıllarda birçok işkolu ve çalışanları da özel haklar ve ayrıcalıklar elde etmişti.
Sonuç mu sebep mi?
- Alınan önlemleri bir çıkmazın ve bir programın gereği değil de sıkıntıların nedeni olarak gören Yunanlılar çoktur. Hatta sosyalist bir gelenekten gelen iktidar partisi PASOK içinde de birçok kimse AB/IMF/AMB ile yapılan anlaşmaları (memorandum) sonuç değil sıkıntıların nedeni olarak görmektedir.
- Bu darboğaz toplumsal direnç veya siyasilerin beceriksizliği yüzünden aşılamazsa Yunanistan'ı çok kötü günler beklemektedir. İlk kez bir AB ülkesi iflas etmiş olacaktır. Drahmiye dönmek kaçınılmaz olacaktır.
Yunanistan birkaç on yıl gerilere gidecek, toparlanması kolay olmayacaktır. Yunanistan'daki kitleler ekonomik krizin nedenleri ile sonuçlarını nasıl karıştırıyorlarsa, bizde de bir "Kronik Kriz"lerimiz listesinde yer alan "Kürt Sorunu"na ilişkin olarak, kitlesel yanlış algılamaların var olduğunu düşünmemiz gerekiyor.
Rejimin başarısız projesi
Bu yanlış algılamaların sonucu olarak "Devlet" ile "Rejim"i de birbirleri ile özdeş görmüyor muyuz?
Bu durumu da Etyen Mahçupyan Zaman'daki köşesinde özetle şöyle tahlil ediyordu:
"- Kemalist cumhuriyet projesinin iki önemli sınavı vardı ve sınavların ikisinde de başarısız kalındı... Bunlardan biri Kürtlerin bir biçimde Türkleştirilmesi projesiydi ve Müslümanlığın kendiliğinden bir geçişle Kürtlerin asimilasyonuna hizmet edebileceği öngörülmüştü. Ayrıca gayrimüslimlerden kurtulma süreci içinde Kürtlerin de devletle işbirliği içinde olmaları, üzerinde konuşulmayan ama içselleştirilen bir suç ortaklığı zemini sağlamaktaydı.
- İşin sosyolojik açıdan ilginç yanı, Kürtlerin Müslümanlık üzerinden asimilasyonunun aslında epeyce gerçekçi bir tarafının olmasıdır. Bu halkın önemli bir kısmı halen dindarlığı sürdürmekte, AKP'nin aldığı oyun işaret ettiği üzere, etnik milliyetçiliğin cazibesine kapılmamakta inat etmekte ve en azından dindarlığı karşısına alan bir siyasi duruşa sıcak bakmamaktadır.
Müslümanlık, Türklük, laiklik
- Ne var ki Kemalist rejimin asıl sınavı başka yerdeydi ve bu sınav Müslümanlığı öne çıkarmayı değil, tam tersine başka bir kimliğin hamuru olarak kullanmayı gerektiriyordu. Söz konusu kimlik, tabii ki Türklüktü... Rejimin meşruiyeti birbirini tamamlayan ve besleyen iki ayak üzerinde oluşmaktaydı: Biri dindarların Türkleştirilmesini, diğeri ise aynı dindarların laikleştirilmesini öngörmekteydi.
- Ancak dindarların Türkleştirilmesi ve laikleştirilmesine yönelik ana hedef, Kürtlerle ilgili beklentinin gerçekleşemeyeceğinin de garantisiydi. Çünkü Kürtlerin Türk olmayı kabullenmeleri zaten çok güçken ve bu ancak dindarlık sayesinde hayata geçebilecekken, rejimin ana projesi bizzat dindarlığı da mahkûm etmekte ve 'dinsizlik' olarak yorumlanmaya çok müsait bir laikliği savunmaktaydı.
- Kısacası Cumhuriyet rejimi daha baştan, birlikte başarılması mümkün olmayan iki sınavla karşı karşıyaydı ve bunlardan birini şiddete havale etmekte beis görmedi. Daha Cumhuriyet'in birinci yılı dolmuşken Kürtler kıpırdanmaya başlamıştı ve on beş yıl içinde irili ufaklı yirmi küsur isyan yaşandı. Kürtler zorunlu asimilasyona direndikleri ölçüde cezalandırıldılar.
Çözüm için neden AKP?
- Nitekim çözümün AKP iktidarında aranması bir tesadüf değil. Kürt meselesini ancak rejimle arasına mesafe koyabilen ve çoğunluğu temsil yeteneği olan bir hükümet çözebilir. Bu ise tarihsel olarak 'laikleştirilememiş' Müslümanları ima ediyor. Eklemek gerek ki mesele laikliğin kendisi değil... Türkiye'deki rejimin bu kavramı otoriter zihniyet içinde, özgürlüğü ve çoğulluğu yok eden biçimiyle benimsemiş olması."
Herkül Millas ve Etyen Mahçupyan gibi olayları berrak zihinleriyle tahlil edebilen aydınların varlığı, bir zenginliktir.
Onların gözlemlerini dikkate almamız gerekiyor.