Aynı filmi televizyon kanallarında defalarca seyretmiş olmaktan bıkmayabiliriz.
Ama sosyo-politik yaşamınızın takılmış plaktan çıkan sesler gibi aynı nağmeye kuşaklar boyudur mahkûm olmasını nasıl kabul edebiliriz?
Ben bu bıktırıcı tekrara Turgut Özal'ın sağlığında ve ölümünden sonra onun hakkında yazılıp söylenenler dolayısıyla bir kez daha tanık olmuştum.
Turgut Özal Atatürk'ten sonraki en büyük reformcu olarak Cumhuriyet tarihimize sayısız yenilikler getirdi.
Ekonomiyi de siyaseti de yeniden yapılandırdı.
Tabuları yıktı.
12 Eylül askeri rejiminden sivil demokrasiye yumuşak geçişi gerçekleştirdi.
Kronik döviz krizlerini bitirdi.
Onun reformları ile ihracatçı olduk, turizm ekonomimizin lokomotifleri arasına katıldı.
Türk insanının dünya ile rekabet edebileceğine hepimizi inandırdı.
İnanarak "21'inci yüzyıl Türk asrı olacaktır" dedi.
Ne var ki yaşadığı ve icraat yaptığı dönemde Özal, akla gelebilecek her tür aşağılamaya ve hakaretlere hedef oldu.
1980 öncesine döndük
Bürokrasisi, medyası ve sermayesi ile Türkiye'nin statükosunun köşe başlarını tutanlar Özal döneminin sona ermesi için 1980 öncesinin siyasi kalıntılarını pompaladılar.
Sonunda Süleyman Demirel- Erdal İnönü ikilisi iktidar oldu. Sonra da devreye Ecevit girdi.
Ve Türkiye'nin 1990'lı kayıp yılları dramatik ekonomik krizlerle ve post-modern askeri darbelerle sürdü gitti.
Özal'ın ölümü ertesinde ise, onu sağlığında yerden yere vuranlar, onun reformlarını, yenilikçiliğini, dünyaya nasıl açık bir insan olduğunu yazmaya ve söylemeye başladılar.
Ben onun öldüğü gün "Özal'ın arkasından yazmam gerekenleri onun sağlığında zaten yazmıştım" demiştim o günkü makalemde.
Şimdi yine buna benzer bir durum tekrarlanıyor gibi.
Enver mi Bulgar mı?
Balkan Savaşı'nda muhaliflerin "Edirne'ye Enver gireceğine Bulgar girsin" dediklerine benzer bir durum yine var sanki.
Enflasyon yüzde 5'in altına inmiş.
Global krizi atlatmışız ve büyüme hızımız dünya ölçüsündeki seviyelere varmış.
Kentler ve tüm altyapı yenileniyor.
Boğaz tüp-geçitle de aşıldı, sırada üçüncü köprü var.
Resmi ideolojinin sandık odasında karartılmış Kürt Realitesi gün ışığına çıktı, çözüm için adımlar atıldı. "Vesayetçi Rejim"in kalıntıları birer birer temizleniyor.
Ama birileri 2010'lu yılları da 1990'lara benzetmek için kin ve nefrete dayalı bir stratejiyi bu defa Tayyip Erdoğan'a ve AK Parti iktidarına yönlendirmiş durumdalar.
Beylerin yine canları sıkıldı...
Hürriyet'in gurur günü
Seçim sonuçları yerine Genelkurmay'ın ışıklarını izleme alışkanlığını bırakamadılar.
Dünkü Hürriyet'i, gördünüz mü bilmem...
Aydın Doğan'ın Gümüşhane'de altın üretecek maden yatırımını Tayyip Erdoğan açtı diye, Hürriyet Erdoğan'ın fotoğrafını "Gurur Günü" manşetiyle vermişti.
Bir gün önce ise aynı gazetede etkin bir yazar bu dönemi "Ara rejim" olarak niteleyerek yerden yere vurmaktaydı. Sanki 28 Şubat ara rejiminin rejisörlerinden biri o değilmiş gibi yazmıştı bu yazıyı.
Bu bıktırıcı tekrarı öncelikle medyanın ve özellikle medya sermayesinin bırakması gerekmiyor mu?
Patronlar her fırsatta "Bu dönemde Türkiye de, biz de geliştik" diye konuşacaklar.
Battık bittik
Gazetelerinde ve televizyon kanallarında ise "Battık, bittik, sivil dikta geldi" diye yayın yapılacak.
Kendi şirketlerinin yönetimini teslim etmeyecekleri siyasi aktörler cilalanacak.
Özal döneminde de böyle yapanlardan bazılarının bankaları, gazeteleri, televizyon kanalları elbirliği ile getirdikleri yeni yönetimler döneminde ellerinden gitti.
Türkiye'nin yine kayıp yıllara sürüklenmesini ve tüm başarıların sıfırlanıp, yeni siyasi ve ekonomik krizlere mahkûm olmasına çanak tutan tuzu kuruları anlamak mümkün değil.
Bunlar ancak kendi yatırımlarını Başbakan Erdoğan açtığı zaman "Gurur Günü" diye manşet atarlar.
Yani biraz da Türkiye'nin başarılarından gurur duyulsa daha doğru olmaz mı?
Neticede Gümüşhane'deki toplam yatırım Milliyet'in satış fiyatının yarısı kadarmış.