Olup bitenleri sadece iktidardaki ya da iktidar olmaya hevesli bir avuç görevlinin bildiği günler geride kaldı.
Bir yanda demokrasi, bir yanda ileri iletişim teknolojileri, yönetenleri gerçekten "Sırça köşk"lerde oturmaya mahkûm etti.
Darbe hazırlıkları bile haber oluyor.
"İrtica ile mücadele eylem planı"nın önce Taraf'ta olmasına sonra da gerçekliğinin kanıtlanmasına Genelkurmay çevreleri sinirlenmemelidir.
Geçmişe dönmek imkânsız.
"Geçmiş" denilince rahmetli Celal Bayar'la yaptığım söyleşileri hatırladım.
Örneğin Atatürk hastadır... Karaciğerinin büyüdüğü ilk kez 1938'in başında Prof. Nihat Reşat Belger tarafından saptanmış, Haziran ayında ise Fransız uzman Prof. Fiesseinger Ata'nın hastalığının ölümcül olduğu teşhisini koymuştur.
Ama bu durum kamuoyundan gizlenmektedir.
Ağustos ayında Başbakan Celal Bayar'la görüşen Ahmet Emin Yalman, hastalık konusunda bir haber yapacağını söyler. Bayar'ın "Yazma" demesine rağmen Tan gazetesinde (8 Ağustos 1938) bu haber yayınlanır.
"Kapatın o gazeteyi"
Sonrasını Bayar şöyle anlatır:
- O devirde küçük gazeteciliğe yer yoktu. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'ya telefon açtım, "Gördün mü" dedim. Haberi o da görmüş. "Gazeteyi kapatacaksınız" diye talimat verdim.
Şükrü Kaya Bayar'a "Ne kadar kapatacağız" diye sorar.
Bayar önce "20 gün" der.
Sonra sinirlenir "20 değil 30 gün kapatın" diye ekler.
Atatürk'ün hastalığının gizlenme nedeni, O'ndan sonra kimin Cumhurbaşkanı olacağı üzerindeki spekülasyonlardır.
Bayar "İnönü'yü Cumhurbaşkanı seçtirmek için bir cemiyet teşkil edildiğini biliyorduk" dedikten sonra bu "Cemiyet"in üyeleri arasında Refik Saydam'ın ve TBMM Başkanı Abdülhalik Renda'nın da bulunduğunu sıralar.
Atatürk komadayken Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan toplantı ertesinde Abdülhalik Renda Ankara'yı telefonla arar.
Bayar bu telefon konuşması hakkında da şunları söylemişti:
- Dolmabahçe'den yapılan bütün konuşmalar dinlenirdi. Renda'nın konuşması da Başbakan olduğum için bana getirildi. Ankara'da konuştuğu kişiye "Merak edecek bir şey yok" mealinde sözler söylemiş. Kiminle konuştuğuna bakmadım.
Bunları niye hatırlattığıma gelince.
Bizler, yani sıradan vatandaşlar "Devlet"e "Acaba bunu bir gün ele geçirecek miyiz" açısından bakmayız.
Mesela Atatürk'ün hastalanması ve ölmesi bizim için ulusal bir trajedidir.
Ama bir oligarşi için bu "O'ndan sonra içimizden hangimiz yönetimi ele geçireceğiz" sorunsalıdır.
İktidar arayışları
"Ayışığı", "Sarıkız", "E-Muhtıra" ve son olarak gerçek olduğu anlaşılan "İrtica ile mücadele eylem planı" da, bu tür yönetimi ele geçirme arayışının şifreleridir.
Dün ile bugün arasındaki fark da, "Artık hiçbir şey gizli kalamıyor" cümlesi ile açıklanabilir.
Bu farkı Genelkurmay da fark ederse ve "Bütün amaç bizi yıpratmak" türü suçlamalara takılmak yerine "Biz de gerçeğin yanındayız" denilirse, zamana uyum gösterilmiş olunur.
Eski zamanlara ait bir İngiliz denizcilik fıkrası vardı.
Hatırlamayanlara hatırlatayım.
Altı ay sürecek bir denizler araştırması için okyanusa açılan ünlü bilgin, üç ay sonra kaptana "Bu kadar uzun süre kadınsızlık çok zor" der.
Kaptan bilgine "Gemide kadın yok ama isterseniz Çinli ahçı var" diye cevap verir.
Ünlü bilgin "Eğer böyle bir şey olursa bunu ben, siz ve Çinli ahçı olmak üzere sadece üç kişi bileceğiz, değil mi" der.
Kaptan gülerek cevap verir:
- Sayın bilgin... Böyle bir şey olursa bunu beş kişi bilecek. Siz, ben, Çinli ahçı ve Çinli ahçının kollarından tutan iki tayfa bilecek olanları.
Ne dersiniz?..
Kim bilir "Meçhule giden gemi"lerde neler oluyordur.