Konya'da MÜSİAD'ın düzenlediği "Türk Ekonomisi'nde Yapısal Dönüşüm" konulu konferansta konuşan TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Güven Sak "Ekonomimizde yapısal dönüşümleri yapmak zorundayız. Çünkü dünya 15 yıl öncesinin dünyası değil. 1990'da Çin böyle gelişirken, biz uyuduk. Hiçbir şey yapmadık" demiş.
Prof. Sak'ın "Çin gelişirken biz uyuduk" şeklindeki sözleri bana, başrolde Sandra Bullock'un olduğu "Sen Uyurken" (While You Were Sleeping) filmini hatırlattı. 1995 yapımı bu romantik komediyi belki görmüşsünüzdür. Hayatını kurtardığı adamı hastaneye götüren genç kadını, kaza geçiren adamın ailesi onun nişanlısı sanırlar. Bu adam bilinçsiz şekilde komada yatarken, genç kadınla kaza geçiren adamın kardeşi birbirlerine aşık olurlar.
SERBEST PAZARA GEÇİŞ
Gerçek hayatta da Türkiye uyurken, Çin ileri teknoloji ile evlendi ve şimdi dünya ticaretini titretiyor.
Türkiye'nin de filmdeki gibi "Çağdaş uygarlık" diye bir olgu ile nişanlandığı zannedildi. Oysa siyasette de, ekonomide de çağdaş uygarlık değişken ve soyut bir kavramdı. Örneğin aynı anda hem ABD, hem Sovyetler Birliği gelişmişlik açısından çağdaş uygarlığı temsil ediyorlardı. Ama birbirlerinden çok farklıydılar. 1930'larda da Hitler Almanya'sı ve Mussolini İtalya'sı, çağdaş uygarlık simgeleri değil miydiler. Şimdi de Çin, ekonomik açıdan çağdaş uygarlık için bir somut örnek olmuyor mu?
Türkiye Çinlilerden çok önce demokrasiyi ve serbest pazar ekonomisini benimsemiş olmasına rağmen, neden hala "Biz uyurken onlar bizi geçti" şeklindeki değerlendirmelere konu ediliyor?
Bu sorunun cevabı acaba şöyle verilebilir mi?
-Türkiye'de halktan destek alan "Siyaset" demokrasiye ve serbest pazar ekonomisine geçti. Ama "Devlet" halkına güvenmediği için, bu geçişi fazla kabullenmedi.
Örneğin Turgut Özal'ın 1980'li yıllarda gerçekleştirdiği yeniden yapılanmayı 1950'lerde Adnan Menderes yapabilseydi, belki bugün Güney Koreliler ve Çinliler "Biz uyurken Türkiye gelişti" diye yakınacaklardı. Ama olmadı işte. Kambiyo rejimi ve dış ticaret serbestleştirilecek yerde, Türk Parasını Koruma Kanunu ve Milli Korunma Kanunu ile, girişimciler hapse atıldılar. Demokrat Parti özelleştirme vaadi ile iktidar oldu. Ama bunun yerine yeni KİT'lerle verimsiz yatırımlar yapılıp, ekonomi iflasa sürüklendi.
Türkiye'de yasaklar kaldırıldığı zaman halkın her şeyi başarabileceği "Özal refomları" ile görülmemiş midir? İhracatta hamle, turizmde atılım, sanayide dünya ile rekabet, devlet geri çekildiği oranda gerçekleşmemiş midir? Yarım yüzyılda devletin tam başaramadığı iletişim atılımını, birkaç yıl içinde özel GSM şirketleri gerçekleştirmemiş midir?
REJİM MUHAFIZLIĞI
Buna karşı devletten beklenen hukukun üstünlüğü, adalet, eğitimde çağdaşlık ve güvenlik gibi olgularda, olması gereken düzeye ulaşılamamıştır. Bunun yerine sürekli bir "Rejim tehdit altında" endişesi seslendirilmiştir. "İdeolojik eğitim", kitleleri çağdaş uygarlığın sonuçları olan çok sesliliğe, özgürlüklere, evrensel dolaşımdaki sermayeye, özelleştirmelere, globalleşmeye karşı hep ürküntü içinde tutmuştur.
Özgür düşüncenin güvencesi ve tartışılmazlıkların düşmanı olması gereken üniversitelerin bile , şimdi YÖK eliyle "Rejim muhafızı" haline dönüştürülmesi, bu durumun en açık göstergesi değil midir? İmam hatiplerin ezberciliğini reddeden YÖK'çülerin kendi ezberlerini hiç sorgulamamaları, günümüzün çelişkilerinden biri değil mi?
Bu tabloyu değiştirmemiz gerekiyor. Eğer 2006'da Çin'e imrenir ve Komünist Çin'in dünya rekabeti içindeki yerini kıskanır hale geldiysek, kesinlikle bir yerde yanlış yapmış olmamız gerekiyor. Bize uyku ilacı olarak içirilen "Kökten devletçilik"i de aynı şekilde irdeleyip sorgulamamız gerekmekte.
Bugünlerde yine "Rejim tehlikede" klişesi ile seslendirilen ve devleti halkın yani demokrasinin tehdit ettiğini vurgulayan sesleri duymaktayız. Eğer bu sesler yükselir ve kaderimizi yine yönlendirir hale gelirse, bundan 50 yıl sonra da herhalde "Türkiye uyurken Tibet gelişti" diye yakınacağız.