Türk demokrasi tarihinde herkesin ideolojik eğilimine uygun bir darbe vardır. Örneğin kendilerini solcu zannedenler, 27 Mayıs 1960'ı da, 28 Şubat 1997'yi de çok beğenirler. Buna karşı onlar için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihleri kara günlerdir.
Aynı durum sağcı kesimler için tersinden geçerlidir. Eğer bir askeri darbe solcuları hedef aldıysa, mesela mukaddesatçı kesimler askerin ülkeyi kurtardığını söylerler.
Askeri müdahaleler önce siyaseti ve idareyi etkiler. Darbeye hedef olan siyasi kadrolar etkisiz kılındıktan sonra, bunların idaredeki "Kuyrukları"na gelir sıra. Müsteşarlar, genel müdürler falan kızağa çekilir. Yeni bir genel seçim yapılıp darbenin hedef aldığı siyasi kesimleri seçmen iktidar yapınca da, tersine temizlik başlar. Bu defa darbecilerin kuyrukları tasfiye edilir.
Türk sosyo-politik yaşamının "Lavoisier Kanunu" bu şekilde işler gider. Siyasette kimse ve hiçbir eğilim yok olmaz. Burada esas olan, "Geçiş Dönemi" diye adlandırılan askeri rejimleri sağ ve salim atlatabilmektir... Bu şekilde Türk siyasetinde zirvelerde dolaşan hemen tüm isimler bir ya da birkaç kez darbe ile devrilmiş, yasaklanmış, hatta hapse girmiştir. Birbirlerine siyasette rakip isimler, belirli dönemlerde aynı cezaevlerinde koğuş arkadaşlığı yapmışlardır.
Darbeler bir biçimde basına da yansır.
Aklı başında herkes darbe yapanların da sonunda emekli olacaklarını ve askerin belirli sürede kışlasına döneceğini bildikleri için, dönemi gelişen koşullara uyumlu bir yayın politikası ile geçirirler.
Bugün yeni bir yıldönümünü yaşadığımız "28 Şubat 1997", darbecilerin de, siyasetçilerin de, basının da, geçmiş müdahalelerden aldıkları dersleri unuttukları bir süreci içeriyor.
Başta dönemin Cumhurbaşkanı Demirel olmak üzere siyasi kadroların bir bölümü, 28 Şubat'ın gerçekten 1000 yıl süreceğine inanıp, postmodern darbeye takoz oldular. Şimdi bunların tümü, seçmen tarafından cezalandırılmış ka drolar konumunda. Demirel de, "28 Şubat ne kadar haklıydı" mantığı üzerinde çeşitlemeler yaparak siyasi emekliliğini değerlendiriyor. İki kez askeri darbeyle devrilmiş bir politikacının müstahak olmadığı bir jübileye kendi kendini mahkum ediyor.
Basın ise, 28 Şubat'ı güdümlenmiş biçimde yaşarken, bunun bedelini kamudan parasal olarak almaya çalıştığı için çok yıprandı. İtibarını ve güvenilirliğini yitirdi. Basının o dönemde pompaladığı tüm siyasilerin seçmen tarafından tasfiye edilmeleri, aynı zamanda "Okur" da olan seçmenlerin gazetelerine olan güveninin çok düşük düzeyde bulunduğunu kanıtladı.
Bugün Türkiye 1997'den çok başka ve çok ileri bir noktada.
Siyasetin eski alışkanlıkları, ülkenin ana gündemi dışındaki polemikler üzerinde yine sürmekte.
Ama gerek iç, gerekse dış şartlar, artık bir darbeyi düşünmenin bile altından kalkılamayacak riskleri beraberinde getireceğinin işaretçileri.. İktidar olmaya dönük siyasi rekabeti bir "Rejim kavgası" na dönüştürmenin, ancak "Cahil cesareti" ne dayalı olabileceğini aklı başında herkes görmekte.
Bu bakımdan 28 Şubat'ı yapan postmodern darbecilerin bile sustukları bir dönemde, Süleyman Demirel'in "Ülkeyi 28 Şubat'ta nasıl kurtardık" içerikli açıklamalarını okuyarak, bu yıldönümünü de geçirmiş olduk. Keşke "Ülkeyi AK Parti iktidarına nasıl taşıdık" konusunu da ileride işlese.