Rahmetli Turan Güneş "Biz politikacılar diğer canlılara benzemeyiz. Bizim vücut salgılarımız farklıdır" derdi hep.
Aslında biz gazeteciler de öyleyiz. Takıntılarımız ve hatta rüyalarımız bile diğer canlıların rüyalarına benzemez. Geçirdiği ameliyatlardan ve yoğun bakım günlerinden sonra sağlığına kavuşan Şakir Süter Akşam'daki köşesinde, 15 gün geçirdiği yoğun bakımda gördüğü bir rüyayı yazmıştı.
Bir bölümünü aktarayım:
"Yoğun bakımda insanlar zaman zaman halüsinasyon görür, yer yer gerçeklerle hiç bağdaşmayacak olaylara tanıklık ederlermiş.. İki haftalık yoğun bakım maceramız sırasında biz de belleğimizde, iz bırakmış bazı olayların etkisiyle olmalı ilgi çekici olaylar yaşadık..
Ya da 'yaşadığımızı' zannettik. İşte bazı örnekler..
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dinleyicilere ayrılan bölümünde yapayalnız oturuyor, genel kurul çalışmalarını izliyorum. Başkanlık kürsüsünde Hüsamettin Cindoruk var. Milletvekillerine ayrılan koltuklardan birinde de Abdullah Öcalan var! Cindoruk, Öcalan'la tartışıyor.
- Kardeşim, senin burada ne işin var?
- Beni buraya millet gönderdi. O millet, kendi içinden 35 bin insanını öldüren birini Meclis'e 'temsilci' diye göndermez.
- Sayın Başkan, siz milli iradeye inanmıyor musunuz?
- Ben milli iradenin kavgasını vere vere gelmişim buralara; bana bunun dersini mi vereceksin sen?
- Bana 'sen' diye hitap edemezsiniz.
- Doğru, 'BEBEK KATİLİ' demem gerekirdi!
Meclis'teki konuşmanın devamı yok; bu kadarını hatırlıyorum sadece. Siz buna 'kabus'da diyebilirsiniz tamam ama.. Ben böyle bir 'kabusu' durduk yerde mi gördüm?!."
Şakir Süter'in bu rüyasını "Hayırdır inşallah" diyerek yorumlayacak yetkiye sahip değilim. Bunu bir "Rüya tabircisi "ne yaptırmakta herhalde fayda var.
Başta da söylediğim gibi bizim rüyalarımız veya kabuslarımız da böyle oluyor işte. Hatta bu tür takıntılarımız gerçek yaşamımıza da garip biçimde yansıyor.
Milliyet'in unutulmaz spor servisi yöneticisi Namık Sevik (1926-86) vefat ettiği zaman, ben Milliyet'in başyazarıydım.. Onun gazete binası önüne getirilen tabutu başında konuşma yapmak görevi bana düşmüştü. Yüreğim yana yana rahmetli Sevik'i anlatmaya çalıştım.
Konuşma bitti ve cenaze alayı camiye doğru yola çıkarken, cemaatin arasından Erol Simavi çıkıp, yanıma geldi.
- Senin hayatında politikayı düşünmeden geçen bir an yok mu, dedi bana..
Şaşırmıştım..
- Erol Bey, bu soruyu neden şu anda sorduğunuzu açıklamalısınız, dedim
Gülerek cevapladı sorumu:
- Namık Sevik'i anlatırken, en az iki kez Namık Gedik dedin..
O günlerde yine alevlenen "Namık Gedik gerçekten intihar mı etti" tartışması, demek beni böyle etkilemişti. Şakir Süter'in yoğun bakımda Öcalan'ı TBMM'de görmesi gibi bir şey değil miydi bu.
Oysa Şakir Süter veya ben, siyaseti izlemek zorundaki gazeteciler olmak yerine şair de olabilir ve Orhan Veli'nin "Deniz Kızı"nı görebilirdik rüyamızda:
"Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi;/ Saçları, dudakları/ Deniz koktu sabaha kadar;/ Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi./ O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;/ Gün ne güzel doğarmış meğer açık denizde!/ Onun saçları öğretti bana dalgayı/ Çalkalandım durdum rüyalar içinde."