Gemi Kızıldeniz'den kaçıp kurtulmaya can atıyormuş gibi süratini artırdı; ortalık mazot kokuyor...
Yemek salonunun bar kısmında sıra sıra dizilmiş kadehler bu titreşimle hafifçe birbirlerine vuruyorlar.
Sıcaktan ve denizin üzerinde biriken buharın bunaltıcılığından kaçmak imkânsız...
Ömer Selim, biraz sinirli, biraz neşeli bir hâl içinde Boğaziçi hatıralarını çağırarak serinlemeye çalışıyor.
Boğaz'ın bu saatlerde Rumeli yakasının gölgelendiğini hatırlıyor, biraz deniz, birazcık ıhlamur çiçeği kokusu...
İşte tam o sırada...
"Taze harman yeri samanı renginde krep saten bir tuvaletle yemek salonuna giren Nilgün" masanın önünde durup tebessüm ederek "unutmadım" diyor Ömer Selim'e; konuşacağız..."
Neyi?
Ama ne önemi var?
Nilgün şimdi orada ve hiçbir şey ondan daha önemli değil...
Birkaç kez Osmanlı Prensesi Nilgün'le göz göze gelmek her sıkıntıya bedel şimdi...
***
Fark ettiniz, değil mi?
Refik Halid Karay'ın bir röportajında "dikişçi kız edebiyatı" olarak gördüğünü söylediği Nilgün romanından bahsetmeye devam ediyorum...
Benim için bir nevi
"Harp ve Sulh" niteliği taşıdığını tam olarak
anlatabilmem imkânsız ama geçelim
bunu...
Zaten anlatmaya kalksam yerim yetmez.
İlk okuduğum zamanlardan beri (
Gümüşlük kıyısında bir iğde ağacı altındaydı sanırım) aynı şey oluyor;
romandan ve kahramanı Nilgün'den bahsetmek içime garip bir coşku veriyor.
Gerisi teferruat...
***
Bir mitoman mı Nilgün?
Çılgın bir sergüzeşt mi?
Sürgün bir Osmanlı Prensesi olduğu doğru mu, yoksa bir tür dolandırıcı mı?
Öyle ki, 700 küsur sayfa boyunca tam karara varamaz ve ipin ucunu bırakırsınız...
Ben birinci cildi severim...
Başlangıcı...
Aşk, başlangıçlardır zaten; başlangıçta kalabilmektir.
***
Hikâye
Kızıldeniz'den
Sumatra Adası'na kadar uzanır...
Lakin içindeki
İstanbul hasreti asla tükenmez.
Mesela
Seylan'da bir kargayla karşılaşınca "Oo, safa geldin hemşerim" der romanın anlatıcısı Ömer Selim...
Sonra hatırlar...
"Minare tepelerinden
İstanbul'u seyrederek keyfini süren kargalar... Hani puslu akşam saatlerinde avaz avaz bağırarak kubbeler üzerinden hızla geçip
Karacaahmet ve Eyüp serviliklerine dönen kargalar... İstanbul kargaları servi kokar. Buradakilerin tarçın koktuklarını tasavvur ediyorum."