Akvaryuma gideceğiz ya...
Abla kardeş arabanın arka koltuklarına uçar gibi bindiler.
Tavanın perdesi de hemen açılıyor ki, fındık kadar bedenleriyle arkaya doğru yaslanıp bulutları seyretsinler...
Tam müziği de açmışım, bağıra bağıra şarkı söyleyeceğiz ya...
Bir ses...
"Sen de ister misin?" (S'leri Ş olarak söylüyor ki, nasıl sevimli!) Gazdan ayağımı çekip arkaya doğru göz attım...
Güzelim minicik eller bir çubuk kraker uzatmış...
Gözlerinde muzip bir ışıltı...
Neymiş o bakayım, dedim...
"Ananem yanında taşırsan açlığını bastırır, diyor; ben de cebime koyuyorum." Rengi hafif yanık çubuk krakeri aldım ağzıma attım.
Amanın bu nasıl güzel bir tat!
Hiçbir seçkin şefin tadım menüsünde böyle bir lezzetle karşılaşmamıştım.
Gövdesi belirgin fakat ağızda dağılan, gevrek bir çubuk.
Daha önce sevmezdim oysa.
Peki nereden geliyor bu lezzet?
Onu uzatan parmaklardan...
Krakerleri benimle paylaşmak isteyen küçük kalpteki sevgiden...
***
Görmüşsünüzdür, medya Ukrayna- Rusya savaşını, hatta pahalılık haberlerini bile bir kenara attı.***
Peki yukarıdaki sahneyi niye anlattım?
Çünkü Michelin haberlerini okurken hatırladım.
Geçmişte ne yemekler yedim, hepsi birbirinden iddialıydı ve minik ellerin bana uzattığı krakerdeki tat hiçbirinde yoktu, artık eminim.
Şimdi diyeceksiniz ki...
Hafifçe "lacivert" ve hoş bir hikaye bu; mutfak işleriyle yan yana getirmemek gerek.
Haklısınız anlamında kafamı sallayacağımı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
İçinde "insan"ın ve "an"ın belirleyici bir rol oynamadığı bir tat yoktur; olduğunu sanmak yanılsamadır.
Konuşuruz bir başka yazıda...
***
NOT DEFTERİ
Oturup gözlerimi kapadım. Ya müzik olmasaydı! Her zaman müzik olmuştur beni kurtaran. ( THOMAS BERNHARD / Beton )