Şimdiki çocuklar da aynı şeyi yapıyor mu, bilmiyorum. Benim kuşağımın çocukluğunda bir yandan omuz silkip "bana ne, sana ne" deyip durmak pek yaygın bir tutumdu.
Hele kızlar...
Bazen takılmış plak gibi her lafa böyle cevap verirlerdi.
Hem sorgulayıcı merakı üzerinden uzaklaştırmak, hem de sorumluluk almaktan kaçınmak için iyi yoldu.
Sonra yetişkinlikte içimizden söyler olduk; çünkü bu tutum ayıp kaçıyordu.
Gün geldi.
Vurdumduymazlık veya "yırtıklık" gibi bir şey sayıldı, içimizden söylemeyi de bıraktık. Eh, öyle olduğu haller de vardı, doğrusu.
***
Gelelim esas anlatacağıma...
Her türden
unutuşu kötü, yanlış, aptallık sayan bir popüler kültür ortamında ısrarla "
güzel unutkanlıklar"ın varlığından söz edip durdum geçmişte...
Şimdi de "
güzel ilgisizlik"ten dem vurmak istiyorum.
Son günlerde medyanın gündeme getirdiği konuların zihinlerimiz üzerinden silindir gibi geçişini gördükçe, bu konuya değinmeyi daha fazla geciktirmemeliyim diye düşündüm.
Önümüze getirilip bırakılan konular acilen adalet ve merhamet alanına ait değillerse...
Sürekli "
beyin yıkama" kampanyalarına maruz kalıyorsak...
İçimizden güçlü biçimde
"bana ne!" diyebilip öyle davranmaya başlamanın zamanıdır.
İnsanı çürüten dedikodulara, gerçekliği kuşkulu gündemlere günlük
atıştırma öğünü gibi
yaklaşan arkadaşlarımızı
"
sana ne"
diye uyarmalıyız.
Hayır! Bu vurdumduymazlık değildir.
Modern insanın en berbat hali olan kalbin nasırlaşmasını (kayıtsızlık) da öneriyor değilim.
Yapmamız gereken şey basit...
İlgimizi, merakımızı, derdimizi mümkün mertebe kendimiz
seçmeli ve yönetmeliyiz.
***
Geleneğimizde "
Malayani" diye bir tabir var, bilirsiniz. "
Malayani konuşmalar"dan bahsedilir; "insanın ne dünyasına ne de ahiretine bir faydası olmayan lakırdılar"dan...
Sosyal merak çoğu zaman malayanilik üzerinden yürür.
İşte o yüzden arada sırada çocuk gibi "bana ne, sana ne" deyip geçmek iyidir, asıl olgunluk odur.
Bunu bir düşünün, derim.
Sonra da
Nasrettin Hoca'nın o fıkrasını hatırlatırım.
Hani baklava tepsisi geçiyormuş da...
Fıkranın sonrasına google'dan bakın, yerim yetmiyor.
Meraklısına da felsefeci
Özkan Gözel'in meseleyi çok daha derin ve felsefi/tasavvufi açıdan ele alan yazısını tavsiye ederim. (Bkz. Kendi İçine Düşmek/ Ketebe Yayınları)