Eskiden şiddetli kar yağışlarından sonra bir sabah bakardık ki, ortalığı şahane bir güneş aydınlatıyor.
İstanbul gibi bir metropolde o güneşin boy göstermesi için artık "tadımlık kar" ve azıcık soğuk yetiyor.
Dün sabah panjurun altından içerilere kadar ilerleyen ışığı görünce, "bugün medyaya takılıp ona buna kızmak yok" dedim kendime; "toparlan, dışarı çık!"
Biraz Boğaz havası almak güzel olacaktı.
Açık bulduğum ilk kafeye girdim. Çay, bir daha çay, hep çay...
Sonra sıra kahveye geldi, onun için de başka bir kafenin açık terasına oturdum.
Fakat o ne?
Nereye gitsem ya televizyon sonuna kadar açık ya da hoparlörlerden müzik yayınlanıyor.
Normalde dert etmem hiç! Çünkü o müziği çevredeki kalabalığa karşı duvar olarak kullanırım.
Ama bu kadar erken saatte olmaz ki!
Ağır ağır geçen yük gemilerinin makine seslerini işitsem onun yerine, fena mı olur!
Hem Boğaz rüzgârının bir sesi vardır, neredeyse konuşur insanla.
***
Son zamanlarda kitaplarımı dijital ortamda okuyorum ya, yine de nereye gitsem yanıma
Refik Halid Karay'ın "
Memleket Yazıları"nı alıyorum.
Karay'ın dil ve anlatım lezzeti bambaşka!
Yine aynı şeyi yapıp "
Hep İstanbul" adıyla derlenen birinci cildi açtım, rasgele okumaya başladım ve karşıma üstadın şu satıları çıktı...
"
İstanbul gezintilerimin tek kusuru şudur:
Rasladığınız kahve ve gazinolara giremezsiniz.
Sebebi radyo ve hoparlördür.
Mesela Beykoz'a ondan dolayı gidemem. Yine ondan dolayı Yenikapı-Samatya kahvelerine ayak atamam.
Geçen gün Yedikule'de dolaşıyordum. Oracıkta, tren yolundan görünmeyen gayet güzel manzaralı, deniz üstü, tertemiz bir kahve vardı. Hava durgundu, deniz yalpasız...
Güneş batmak üzereydi, tam başımızı dinleyeceğimiz bir saat, "Eh" dedim, "bundan alasını bulamam!" Sen misin diyen?
Daha henüz oturmuştum, hoparlör en tiz perdeden bir kızılca kıyamettir kopardı."
***
Sonra ne mi olmuş? Sesi kapattırmış üstat.
İçerdeki diğer müşteriler az sonra tekrar açtırmışlar.
O zaman düşünmüş ki, kahvedeki ekseriyet herhalde "
akşam sükûnuna ve kayalar arasında oynaşan nazik su seslerine tahammül edemiyor."
Makalenin yayımlandığı tarih
26 Mayıs 1946.
Kitabı kapattım. Uzun uzun güldüm içimden.
Şu dünyamızda gerçekten hızlı bir değişim yaşandığı doğru mu?
Doğru. Teknoloji, aygıtlar, manzaralar sürekli değişiyor.
Fakat haller, davranışlar ve alışkanlıklar değişiyor mu, pek emin değilim.
Peki neden sevmiyoruz "
sükûnun sesi"ni?
O zaman
içimiz konuşmaya başlıyor da, ona mı katlanamıyoruz, nedir!