Biz uzun süren bir ricatın çocuklarıyız.
Kaybettik.
O yüzden toplumsal bilincimizin ve derin kültürel dinamiklerimizin çekirdeğinde güçlü bir hasret duygusu yatıyor.
Resmi talim terbiye ve resmi sopanın bir türlü söndüremediği bir ateş!
Yüzyıllarca kültürleri, renkleri, inançları, dilleri bir etmiş Osmanlı'ya hasret.
Çünkü içten içe kuruyup gittiğimizi biliyoruz.
Yalnız coğrafyamızın değil, akrabalıklarımızın da eksildiğini biliyoruz.
Akrabalık dediğin uzaklıkları yakın kılmaktır.
Oysa Osmanlı gittiğinden beri yakınımıza bile uzağız.
Lafı nereye getireceğimi anlamışsınızdır.
"Çok dil bilen biri"nden söz edilince saf bir heyecana kapılmamızda bu nostaljinin payı var.
***
Hatırlıyorum; birkaç yıl öncesine kadar
İlber Ortaylı'nın iyi bir tarihçi olup olmadığından söz edilmez ama ne çok dil bildiği durmadan yazılıp çizilirdi.
Kendi halinde insanların bunu birbirine heyecan ve yüksek dozda bir imrenmeyle anlattığına çok tanık olmuşumdur.
Bildiği diller sanki
Osmanlı'nın sınırlarını çiziyor, bize tekrar hatırlatıyordu.
O yüzden sanırım, Ortaylı'yı tarihçi olarak değil de "
tarih gibi adam" olarak gördük.
Ona
bizi horlama, cahillikle suçlama hakkını tanıdık.
Ta ki işin suyu çıkıncaya...
Ta ki, sosyal medya mizahı bu yaldızlı tablonun altındaki matlığı ortaya çıkartıncaya kadar!
Gördüğümüz şey Osmanlı bakiyesi değil,
Cumhuriyet ideolojisine ait elitist kibirdi.
Ne yalan söyleyeyim...
Son zamanlarda malum oligarşik çevrenin yine pompalamaya başladığı "
Cumhurbaşkanı yabancı dil bilsin, hele çok yabancı dil bilirse ne güzel olur!" tezi aynı istismar çizgisine yaslanıyor.
***
Yabancı dil bilen ama dünyanın yüzde seksenini "
yabancı" sayan insanlara artık bu halkın karnı tok!
Halk, mazlum dünyayla aynı "
kalp dili"nden konuşmayı önemsiyor.
Bir yabancı siyasetçiye kendi dilinde espri yapmak değil, gerektiğinde "
one minute" diyebilmek değerli.
Değişen şeyi anlamak için yoksul mahallelere gidip bir bakın...
Afrika, Asya, Avrupa, Ortadoğu'ya ilginin nasıl capcanlı olduğunu, duvarların dünyanın her köşesine yardıma çağıran afişlerle bezendiğini görürsünüz.
Peki o kendilerini pek "
evrensel" gören zengin mahalleleri nasıl?
Günlerce arasanız ne
Suriye'den bir işaret çıkar karşınıza, ne
Somali'den, ne de
Bosna'dan!
Kitaplıklarına bakın, dönüp dönüp okudukları yazarları, değer verdikleri düşünürleri sorun...
Aralarında sevdikleri Katolik yazarların hepsinin ateist; bütün entelektüellerin Marksist olduğunu sanacak kadar şaşkınları vardır.
Bildikleri yabancı diller ne işe yarıyor, derseniz...
Onları hem dünyaya, hem kendilerine yabancılaştırıyor.
Ne traji-komik bir çelişki!