Hepimiz dünyaya bir şeyler "yapmaya" geldiğimiz duygusuyla ergenlikten yetişkinliğe geçiyoruz. Bu aynı zamanda güçlü bir inanç. Sonra o "hedef" yavaş yavaş "iş yaşamı"nın kendisi oluyor. Can yakan ironi. En beteri de şu ki, bu durum normal sayılan bir yenilgi.
***
Dünyaya gelen her bebek umuttur. Küçücük de olsa, bir şeyleri değiştirecek,
içinde dönüp durduğumuz çarkın dışına çıkacaktır diye umarız. Fakat gidenlerin ardından anlarız her gün umutsuzluğumuzun biraz daha büyüdüğünü. Çünkü çark galip gelmiştir. Sevdiğimiz birinin kaybından başka bir eksiklik yoktur. Gidenin yeri hemen doldurulmuştur.
Peki inanç dediğimiz bu çarkı muhafaza etmek midir? Muhafazakarlık... Nedir o?
***
Onca söz, onca tartışma, onca iddia... Fakat bir gün mutlaka o sert ve keskin
sessizlik anı geliyor. O zaman şu soru içinde çınlayıp duruyor:
Sözler değil, eylemler istenmişti senden, iyiyi yapman, kötüden uzak durman istenmişti. Sen ne yaptın?
***
Sosyal medyaya her bakışımda içimden soruyorum:
Neden güzel sözlere düşkünlüğümüz arttı? Sanırım güzel eylemlerden umudumuzu kestik, güzel sözler ve fikirlerde
teselli arıyoruz. Bir tür estetik umutsuzluk!
***
Geçen gün
Gökhan Özcan soruyordu: "Her yerimize taktık bir sürü
fikir madalyası. Var mı benliklerimizde peki, ufacık bir
tefekkür yarası?"
***
Umarım, sanrılara kapılmıyorumdur. Çünkü penceremin önündeki ceviz ağacı "
bak bu yıl nasıl da dirildim, güzelleştim! Gitme, hep bak!" deyip duruyor. Vallahi!
***
Zamanında bir eleştirmen
Lawrence Durrell'e "siz sanki peyzaj kişilerden daha önemliymiş gibi yazıyorsunuz" demişti. Bir eksiklikten söz eder gibi söylemişti bunu. Durrell ise onu haklı bulmuş, daha ileri gidip NYT'de şöyle yazmıştı. "Evet, kişileri neredeyse bir peyzajın işlevleri olarak gördüğümü rahatça kabul edebilirim. İnsan bir an geliyor,
bütün kültürlerin en önemli kurucu öğelerinden birinin mekan ruhu olduğunu fark etmeye başlıyor."
***
Manzara ve mekan ruhu insanı yeniden ve derinden inşa eder... Merak ediyorum,
Ataşehir insanı sonunda nasıl biri olacak?