Birbirimizi ne kadar kolay eleştiriyor ama iyi yanlarımızı değerlendirirken nasıl da zorlanıyoruz.
Birbirimize haksızlık etmekte yarışıyoruz ama hakkımızı vermekte nasıl da cimriyiz.
Sövmek spor olmuş!
Övmek, kayıplarda.
Tek sevme biçimimiz, hayranlık! Ki, o da kendi kader çizgisini izleyip hızla nefrete dönüşüyor.
En tutulan sosyal faaliyet, önümüze gelenin "ipliğini pazara çıkarmak!" Başkalarını itip düşürmekten, kusurların üzerindeki örtüyü çekip almaktan özel bir haz alıyoruz.
Tek eğlencemiz var:
Çukurda eşitlik!
Belki de aklınıza Necip Fazıl'ın zamanın başbakanı Menderes'ten para talep ettiği mektuplar konusu gelecek.
Hayır! Konu o değil! Necip Fazıl'ın düşünce ve sanatına zerre ilgi duymayanların bu mektupları ısıtıp yeniden piyasaya sürmelerindeki dinamikleri irdelemeye kalkışmayacağım.
Doğru! Mektupları okumak gerçekten insanın içini bulandırıyor. Ama Necip Fazıl böyle biriydi. Kusurlarını, günahlarını hiç inkar etmedi. Kendisine yardım edenler dahil, kimseye de minneti olmamıştı.
Dert değil! Kamuoyunda belli bir yeri olan kişiler hakkında eteklerdeki bütün taşlar dökülecekse, dökülsün!
Esas sorun, bizde!
Bizim sadece "yanlışları" görmeye programlanmış gözlerimizde ve "doğrular"ın üzerinden kayar gibi geçen küçük dünyalarımızda.
Ve o dünyalarımızın şimdilerde "sosyal medya" denen alana yansımasında.