Adaletin bir parçası hukuktur. Ama tümü değil. Biz adalet isteriz. Düzen hukuk verir. Yetmez, yetemez!
Adaletin bir başka parçası ise eşitlik arayışıdır; toplumsal paylaşımdır, kaynakların ve fırsatların hakça dağılımı meselesidir. Yani "sosyal adalet" dediğimiz ve hukuk düzeni yerli yerinde birçok toplumun mumla aradığı şey...
Ve tabii iktisat!
İktisat da adaletin temel unsurlarından biridir.
Talim terbiye "canım ne ilgisi var!" diye kulaklarımıza fısıldayıp durur. Yine de biliriz ki, adalet ve adaletsizlik içinde yer aldığımız iktisadi ilişkilere doğrudan bağlıdır. İnkâr eden ya saftır ya da palavracıdır.
***
Fakat
modern insanın unuttuğu bir nokta var...
Üstü örtülmeye çalışılan bir gerçek; küllenmeye terk edilen bir ateş...
İçimizdeki derin yara...
Nedir o?
Hukukçulara ve politikacılara bırakılmış bir adalet anlayışı dünyayı adil yapmaya yetmez.
Tek tek bireylerin adil olma kaygısını taşımadığı bir toplumda hukuk adalet duygusunu tatmin edemez.
Gerçek şu ki...
Seküler insan adaleti sorgulamayı bıraktı!
Kendi "sıradan" dünyasında
adil davranma sorumluluğunu umursamaz oldu!
"
Hukuka uygunluk konusunda pek titiz fakat dibine kadar adaletsiz toplumlar" nasıl ortaya çıktı derseniz, işte böyle çıktı!
***
Tamam! Yargıçlara "
adaletin temsilcileri" demeyi pek seviyoruz.
Hukuk alanında bu normal!
Ya gündelik hayatımızda?
Orada da mı "
adaletin seyircisi" olarak kalacağız?
Oysa bütün büyük insanlık gelenekleri insanı kendi hayatında adaletin temsilcisi olmakla görevlendirmiştir.
Geçen akşam
Kaçış Planı programımızda
(AHaber) adalet üzerine konuştuk.
Selahattin'e şöyle sordum: "
Bencilsek veya
hayatta hep birinci olmak istiyorsak; hep
tuttuğumuz takım kazansın diye yırtınıyorsak; '
ne mutlu bizden olana!' deyip duruyorsak...
Hak bunun neresinde?
Adil olabilir miyiz? Bu dünya adil olabilir mi?"
Uzun sözün kısası şu...
Hukuksa derdimiz, yasaları ve yargıyı konuşalım. Tamam!
Fakat derdimiz daha büyükse, yani
adalet ise...
Önce dönüp kendimize bakmalıyız!