Havalimanına giden vapurların yanaştığı iskeleye doğru yürüyorum. Zattere denilen bu upuzun rıhtım 1519'da inşa edilmiş ve öylece kalmış.
Bir yandan valizimi çekiyorum, bir yandan da evlerin kapılarından içeri göz atıyorum.
O sırada yemyeşil bir bahçeye açılan kapının yanındaki tabelada "Rus asıllı Nobelli şair Joseph Brodsky burada yaşadı" diye yazdığı dikkatimi çekiyor.
O an hatırlıyorum ki, Brodsky öleli 16 yıl olmuş. Mezarı San Marco'dan tekneyle beş dakika uzaktaki San Isoldo adasında.
Oysa iki sabah önce...
Brodsky ile Rialto'daki balık pazarında karşılaştığımıza kalıbımı basardım.
***
Bu şehri çok kısa süreliğine gördüyseniz, kesinlikle
abarttığımı düşüneceksiniz, biliyorum ama...
Seyyah ve romancı
Cees Noteboom'un dediği gibi;
Venedik'teyseniz, yaşayanlar kadar ölüler de hep yanınızdadır.
İnsanlar, bitkiler, nesneler; her şey
eşzamanlı bir hayat sürer.
Rilke, Wagner, Proust, Byron, Ruskin, Pound, Goethe, Montale, H. James ve...
Evet!
Casanova bile sanki hâlâ orada yaşamaktadır!
Anlayacağınız, turistlerin gürültüsünden rahatsız olan
Wagner'in hizmetçisine evinin
Büyük Kanal'a açılan panjurlarını kapatması için bağırdığını işitirseniz,
deliriyor muyum acaba, diye endişeye kapılmanız gerekmez.
Asıl "
Venedik büyüsü" budur! Yoksa su kanalları, gondollar falan değil!
***
İskeleye vardığımda saatime bakıyorum. Vapurun gelmesine daha var.
Bir kafeye oturuyorum.
Zihnim ışık hızıyla gövdemden uzaklaşıp
İstanbul'a uzanıyor.
Düşünüyorum da...
Sorarlarsa,
İstanbul'da yaşıyoruz.
Allah'ın her günü
İstanbul'un türlü çeşitli semtinden gelip geçiyoruz.
Ama
Nedim'in, Şeyh Galib'in, Itri'nin İstanbul'undan vazgeçtim...
Peyami Safa'nın, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Necip Fazıl'ın, Nâzım Hikmet'in İstanbul'undan;
onların şehre kattıkları ruhtan ne kadar uzakta bir hayat sürüyoruz!
İçim burkuluyor!
İstiyorum ki,
İstanbul'a dönünce
Eyüp'ten Galata'ya kadar bir gün boyunca dolanayım.
***
Marco Polo havalimanına kadar bir saatten uzun sürecek yolculuk için vapura bindiğimde son bir kez ve uzun uzun bakıyorum
Venedik siluetine.
Garip ve görkemli bir
gemiyi andırıyor...
Tarihin cilveli aysbergine çarpmış, ağır ağır batıyor sanki.
Peki duvarlardan dışarılara taşan
deli yaseminler, mor salkımlar, ortancalar ve pencereleri süsleyen kıpkırmızı
sardunyalar neyin nesi!
Yok olmaya karşı nasıl baş döndürücü güzellikte bir direniştir bu, söyler misiniz!