Başbakan "bir yerli otomobilimiz olsun" dedi diye, otomotiv endüstrisinin ileri gelenlerinin ağzından Anadol güzellemeleri dinliyoruz ya...
Sakın aldanmayın!
O zamanlar "kaportasını eşekler ot sanıp yiyor" diye dalga geçilirdi. Direksiyonu kamyon gibiydi; gaz pedalı bacak kası yaptırırdı.
Yeni yetmelik çağımdı, iyi hatırlıyorum.
Ailede herkes "Opel satılıp Anadol alınır mı?" diye babama bozulmuştu. Her yanı plastik, kaportası cam elyafı, açıkçası derme çatma bir arabaydı.
Değerini daha sonraları küçücük Murat 124'ün içine ailecek sığışmaya çalıştığımız dönemde anlayabilmiştik!
***
Şimdi ballandırarak anlatıyorlar...
1966'da
Anadol'u ilk test sürüşü sırasında gören Kabataş iskele memuru emekli astsubay
Asım Bey derhal zamanın Otosan yöneticisi
Ahmet Binbir'e telefon edip
"otomobili gördük, hepimiz ağlıyoruz" demiş.
İyi, hoş da, o gözyaşlarının içinde birtakım sorular da gizliydi.
Mesela...
"Neden bu kadar geç kaldık?" sorusu...
Bir yerli otomobilin seri üretiminin 1966'ya kadar gecikmesi, üzerinde durulmaya değer bir gariplik değil miydi?
Üstelik yerli hiçbir yanı olmayan
Ford Cortina motoru kullanılarak satışa sunulan
Anadol, aslında Cumhuriyet sanayisi için bir başarıdan çok, ekonomik
başarısızlıklar tarihinin tesciliydi.
***
"Muasır medeniyet" çizgisine ulaşma hedefi koymuş
Cumhuriyet'in
88 yıl sonra geldiği noktada hâlâ aynı soru...
Kendi otomobilimiz nerede? (Bunu "kendi otomobil markamız ve teknolojimiz nerede?" diye anlamak globalleşme çağının yeni koşulları açısından daha doğru olur. Yoksa otomobilin sadece "bizim" olmasının pek anlamı kalmadı artık!)
Bir yığın Güney Kore, Japon, Çin markası yollarımızda cirit atarken bizim yerimizde saymamız hüzünlü değil mi?
Hani
"Batı'nın ilmini ve endüstriyel teknolojisini almak esas"tı?
Onca yıl milletin karnı lafla mı dolduruldu?
Gerçek şu ki,
bürokratik devlet ve ideoloji gücünü koruduğu sürece ne bilim önemsendi, ne teknoloji, ne de ekonomik gelişme!
Çok ama çok geç kaldık.
Şimdi durup...
Derin başarısızlıkları, kaytarmacılıkları, rantiye refahı üzerine kurulu zenginliği gözlerden saklayan ve her kuşağa hamasi başarı hikâyeleri anlatan
resmi tarihi hiç mi sorgulamayacağız?