İnsanız.
Kültür diye bir şey var.
Derin izler bırakan bir geçmişe, büyük umutlar beslediğimiz bir geleceğe yaslanıyoruz.
Geçmişin geçmek bilmediği; beklediğimiz geleceğin biz bu dünyadan ayrılmadan önce gelemediği konusunu açıp işi dallandırıp budaklandırmak istemiyorum.
Ama hele bir de...
Bizi prangalayan işimiz gücümüz var.
İşte o yüzden zamana dair o büyük yalana; yani takvim denilen uyduruğa muhtacız.
Hem muhtacız hem de mahpusuyuz o takvimin!
***
Yine de
manevi anlamıyla özel durakları ve bayramları bir yana bırakırsak...
İnanıyorum ki, asıl değer vermemiz gereken zaman haritası
kişisel takvimlerimiz olmalıdır!
Benim
yeni yılım mesela...
Baharla gelir.
Yılbaşım, yaklaşık olarak mart ayının üçüncü hafta başıdır.
O günlerde bir şeylerin eskidiğini, zamanın yaprağını sararıp solduğunu hissederim.
Ve kendi çapımda bir
uğurlama töreni düzenler, hemen yola çıkarım.
İşte o vakit...
Sabahın ilk ışıklarının asfaltın üzerine düştüğü saatlerde hayatımda yeni bir sayfa açıldığını anlarım.
***
Bütün bunlara rağmen...
Mevsimler ve geceyi gündüzden ayıran çizgi bile sandığımızdan daha önemsizdir.
Çünkü
kalbin mevsimleridir bizi açtıran ve solduran! Ben, mesela...
Seviyorsam,
bahar hep sürer.
Her ayrılık
kıştır.
Dünyayla aram iyiyse, yaşamak tat veriyorsa, huzur yanı başıma sokulmuşsa...
Ruhumda tek bir mevsim hüküm sürer:
Yaz.
Ve o melankolik günlerim! Ölümle dostluğum. İşte o durumda bir dakika içinde bütün mevsim değişir;
sonbahar olur.