Bir grup okur var... Bazı konuları bir köşe yazısına asla yakıştıramıyorlar. Mesela "Kılıçdaroğlu rüzgârı" ndan söz etsem şimdi, sorun yok! "O rüzgâr falan değil, malum çevreler yine vantilatör çalıştırıyor" diye yazsam, çok ama çok kızan olur (Kılıçdaroğlu'nu gerçekten Gandi sananlar var!) fakat onlar dahi konu seçimimi yanlış bulmaz.
Fakat rüzgârı...
Kimi coğrafyalarda insanlarla rüzgârlar arasındaki güçlü bağı anlatınca...
Bozuluyorlar!
Sanki hayatımızın içinde toplu iğne başı kadar bile yer tutmayan bir şeymiş de rüzgâr...
Ondan söz etmekle koca bir gazete köşesini boşa harcıyormuşum gibi geliyor onlara!
Oturup bilgisayar başına mektup döşeniyorlar: "Tabiat Nine... Bana Oku, Üfle" diye yazı mı yazılırmış, bunca memleket meselesi varken hem de... Çocuk muymuşum ben?
***
Ah! Bir bilseler, o çok önemsedikleri siyasi konular buhar olup uçacak zaman içinde, siyasetçiler unutulacak!
Ama rüzgâr kalacak!
İnsanların rüzgârla ilgili masalları, inanışları, âdetleri hep varlığını sürdürecek!
Şükür ki, bunu bilen okurların sayısı rüzgâr üzerine
meteorolojik olmayan bir yazı okumayı
"anlamsız" bulanlardan daha çok!
Aklıma gelmişken...
Epey soğuk ve rüzgârlı iklimde yaşayan böyle bir okurum geçen gün şöyle bir mektup gönderdi:
"Uzun zamandır rüzgârı dünyanın bizim bedenimize dokunmasının, sevmesinin, hatta 'içeri' girip ruhumuzla tanışmasının bir yolu olarak görüyorum... Rüzgârdan kaçmamak gerek!"
Neyse...
Benim derdim bir grup okura sitem etmek falan değil elbette.
Asıl mesele başka yerde ve ben o meseleyi biraz açmak istiyorum.
***
Artık kimse medyayı güncel siyaset, futbol, ekonomi ve magazin "kanalı" olarak görmüyor.
Medya nihayet (kadınlar ve yeni kuşaklar sağ olsun!)
hayatla buluştu, çakıştı, tanıştı.
İnsan ilişkileri, yemek içmek, sağlık ve sağlıksızlık, aşk ve meşk âlemi...
Artık hepsi siyaset kadar, hatta siyasetten de çok medyada yer alıyor.
Buraya kadar tamam!
Ama düşünmek gerek!
Bu hayat o hayat mı? Yani yaşadığımız hayatla medyanın sözünü ettiği hayat aynı şey mi?
Mesela yaz geldi mi, gazeteler
"rüzgârlı sahillerde sörf keyfine" sayfalar ayırıyor ama...
Nemli ve sıcak ağustos ikindilerinde
"sıradan" insanların hayatına limonata ferahlığı katıveren
imbata sıra bir türlü gelmiyor!
***
Bilmem farkında mısınız?
Yeme içme konularında da aynı
dar kalıpçılık egemenliğini sürdürüyor.
"Deniz kestanesi yatağında mürekkep balıklı taglietelle"den söz etmek gibi eğitici (!) bilgiler veren yemek yazarlarına alışıldı.
Fakat köşe yazarlarından da herhalde sürekli olarak restoranların pisliği, hizmet kalitesinin düşüklüğü ve hesapların şişkinliği konusunda iz sürmeleri bekleniyor.
Güzel, onlar yapılsın!
Ama bütün düzlüğüyle simit ve çaydan söz edince...
Veya eski yaz akşamlarında etrafı saran biber kızartması kokularına özlem duyup bunu yazıya dökünce...
Neden bazı okurlara
"yakışıksız" gözüküyor veya
"basitlik" gibi geliyor?
Hassas nokta burası.
Sonra yine konuşup tartışalım!