Bazen düşünüyorum da.. Onca " Amerikanlaşma "ya rağmen... Toplumumuzun hâlâ Amerikan tarzı profesyonel güreşe merak sarmamış olmasını çok anlamlı buluyorum...
Üstelik yıllardan beri çeşitli televizyon kanalları " pankreas güreşi " diye uyduruk bir adla spor yanı sahte, şiddet yanı gerçek bu şovu ekrana getirir ve ilgi toplayacağını sanır.
Demek ki halis ve insancıl köklerimiz hâlâ varlığını sürdürüyor.
Demek ki, vahşetle sahteliğin; şikeyle şiddetin birleştirilip heyecanlarımızın gıdıklanmasına hâlâ izin vermiyoruz.
***
Güreşçi'yi (The Wrestler) seyrettim geçen gün.
Hani Mickey Rourke'nin Oscar'a aday gösterildiği ve Golden Globe ödülünü aldığı film.
Çok güzel değil belki ama güzel bir film Güreşçi...
Etkileyici bir film.
Anlattığı öyküyü de bir yana bırakın...
Dünyayı bir lokomotif gibi sürükleyen Amerikan toplumunu bir de profesyonel güreşin aynasında görmek, tanımak, düşünmek az şey olmasa gerek...
Film sırf bu nedenle bile seyredilmeli.
***
Düşünün...
Anlaşmalı, sahte bir dövüş sahneye konuluyor.
Fakat gitgide daha fazla şiddet içeren, ringde kan isteyen bir şov çerçevesinde...
Ve bu güreşçileri seyretmek için toplanan insanlar var.
Güreşçilerin vahşi fakat danışıklı dövüşünü haz çığlıkları atarak seyreden bir kalabalık...
Her şeyden eğlence çıkaran fakat ne kadar eğlenirse o kadar az neşelenen bu toplumu tanımanın en iyi yollarından biri bu profesyonel güreş saçmalığına yakından bakmak olabilir.
Yönetmen Dareen Aranofsky soyunma odası çekimlerine ağırlık vererek bu bakımdan harika bir iş yapmış.
İşin sırrı orada ortaya çıkıyor çünkü.
***
Upuzun filmde kısacık bir an var.
Öylesine etkili ki...
Yaşı geçkin bir kucak dansçısı olarak çalışan Cassidy (Marisa Tomei) barda bizim güreşçiyle (Mickey Rourke) karşılaşınca ona sarılır.
Nasıl dostça ve sımsıcak bir sarılma dır bu!
Oysa biraz sonra gayet profesyonelce dans edecektir güreşçinin önünde...
Ama o sarılma!..
Sevgi, cömertlik, şefkat...
Ve birbirini tanımanın benzersiz güveni..
Hepsi vardı o sarılıp kucaklaşmada.
O kadar soğuk, kopuk, ıssız hayatların ortasında o sarılmanın yeri ve değeri öyle büyük ki..
***
Aranofsky'nin kamerası kaybetmiş ama kaybetmemiş gibi yapan; ayakta durmakta zorlanan, herkesle ilişkisi bozulmuş ama hâlâ Amerikan işi başarı ideolojisi ne tutunmaya çalışan insanlar arasında dolaşıyor.
Film boyunca perdedeki o insanlara baktıkça..
Ve bizim de onlara giderek benzeyişimizi hesaba kattıkça..
Aklıma Şeyh Galib'in şu beyiti geldi ve içim buruldu..
"Hoşça bak zatına, çün zübde-i alemsin sen
Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen."
Başarılı ve ünlü olmayanın "çöpe atıldığı" modern hayatın insanı " alemin özü " olabilir, zatına iyi bakabilir mi?
Dağılmış, kopmuş, çözülmüş gidiyoruz işte!