Bana şimdi tarih-öncesi kadar eski gelen bir zamandı!..
Kadıköy Bahariye'de yarı sahaf yarı kırtasiyeci küçük bir kitapçı dükkanı vardı.
Akşamüstü olup Moda İlkokulu'ndan paydos zili çalınca bir koşu ya o kitapçıya ya da çarşı içindeki French-American'a giderdim.
Şiir kitapları en alt raflardaydı.
Pantolonumun ütüsünü hiç umursamadan yere diz çöker raflardaki kitapları karıştırırdım.
İşte orada bir gün...
Bir şiir derlemesinde...
"Üfleme bana anneciğim korkuyorum/Dua edip edip geceleri/Hastayım ama ne kadar güzel/Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri" dizeleriyle karşılaşmıştım.
Belki şiirin güçlü sesinden, belki hastalıklarla içli dışlı bir çocuk olduğumdan, belki her gece hayattan çok ölüme yakın durduğumdan bu dizelerin yer aldığı şiir beni çarpmıştı.
Hemen şairin adına bakmıştım.
Fazıl Hüsnü Dağlarca yazıyordu.
***
O bir dil aşığıydı, dil işçisiydi, dil bayrağıydı.
Demişti ya bir röportajında: "Sözcükler tay gibidir. Onları ilkin ıslıklarımla çağırıyorum, geliyorlar."
Gerçekten de işi sözcüklerleydi; imgelerle, eğretilemelerle değil.
Buna çok saygı duyuyordum.
Fakat şiirsel duyarlığı ve düşüncesiyle bağımı koparmıştım.
Dağlarca adı çocukluğumu hatırlatıyordu; şiir sevgimi hatırlatıyordu ama onun 1940'ta yayımlanan "Çocuk ve Allah" kitabından öteye gitmek; özellikle 1970'lerden sonra geliştirdiği "şiir dili"ne yaklaşmak bir türlü içimden gelmiyordu.
Ölümünden bu yana eski yeni şiirlerini yeniden gözden geçiriyorum.
Onun şiirinden bu kadar uzak durmak büyük hataymış.
Ne çok ve ne güzel şiirler bırakmış bize!
Hatırlıyorum; kocaman bir gövdesi vardı Dağlarca'nın.
Şiirlerinin gövdesi ondan da büyük.
Cemal Süreya ona boşuna "şiir tankeri" dememiş.
***
Dağlarca da İstanbul'un dört bir yanında yaşadıktan sonra Kadıköy'ü sevmiş, Kadıköylü olmuştu.
İskele'nin orada bir evi ve gençlerle oturup sohbet ettiği bir kahve vardı.
Yine çok zaman önceydi.
Bir arkadaşım tutup o kahveye götürmüştü beni.
Uzaktan seyretmiştim Dağlarca'nın hafif "huysuz ihtiyar" hallerini! Seyrettikçe sevimli gelmeye başlamıştı.
Gidip yanına oturmuştuk!
Galiba şiir konuşmaktan pek hoşlanmıyordu ama bir ara benim şiirden ne umduğumu sormuştu: "Sessizliğin sesini duymak, fizik dünyayla kavga etmek" gibi içeriği tartışmalı dışı pek parlak cümleler kurmuştum.
Gülümse yerek "çıh, çıh" sesleri çıkarıp lafı değiştirmişti.
Pek tutmamıştı söylediklerimi...
Sanırım o şiiri, bir şişeye konulup denize atılan mektup olarak görüyordu.
Ve neredeyse her gün Kadıköy rıhtımından bir şiir salıyordu denize...
Sanki bir haber bekliyordu.
Ya da birini...
Yazmıştı ya...
"Uzun yaşamışsın derler bana, bilmezler seni uzun beklediğimi..."
Kavuşmuş olmasını diliyorum.