Lefkoşa- Benden duymuş olmayın. Ayrıca Ergun Bey'in kulağına zinhar gitmesin. Genç ve başarılı Dış Haberler Müdürümüz Emre, Lefkoşa'da oturduğumuz bir kafede garsonlara adres sordu:
- Bey kardeş. Şu ileride gördüğümüz yol sahil yolu mu?
Adana Ceyhan illerinden yavru vatana "iş için" gelip yerleşen genç garson olanca naifliğiyle yanıtladı Emre'yi:
- Yok abi. O cadde direkman meydana gider. Zaten burada sahil yolu bulunmaz. Çünkünü Lefkoşa'da deniz yok...
Dünya sevimlisi Emre kardeş o dakkadan itibaren en az kırk kere; "Abi sen bunu şimdi senelerce malzeme eder, hep hatırlatır, kafa bulursun benlen" dedi ama yapmam öyle şey. Öyle bir niyetim olsa Geçitkale Havaalanı'ndan dışarı çıkar çıkmaz;
- Aaaa!.. Abi köpek otomobil kullanıyo!.. Abii bak, araba kendi kendine gidiyo!.. diye "dumur olma" vaziyetlerini söylerim. Sağdan direksiyon arabaların ilk göreni şaşırtması da normaldir di mi?..
Aman ha ezmeyesin!..
Bunları bırakalım da esas meseleye,
"Kıbrıs üzerine tezler"e gelelim hemen. Örneğin Denktaş'ı bir de benden dinleyin isterim. Neden? Çünkü ben Kıbrıs'ın Cumbabasına herkesin tersine Kıbrıs harici her şeyi sordum, acuk rahatlattım onu.
- Saygıdeğer efendim. Emre müdürümüzün diplomatik, politik ve lacivert soruları bittiğine göre, ben de zat-ı alinize sual tevcih edebilir miyim?..
Sayın Cumhurbaşkanı, "Nereden çıktı bu deli" şeklinde nazarlar atarak, kerhen kabul ettiği sesinin tonundan belli bir halde cevaplıyor beni;
- Sor baalım. Göreciik ne soracan... Ama dikkat et yayılmayasın. Bastığın yere iyi bakasın.
Sonra da bastığım yerlere, ayak uçlarıma filan kendisi bakmaya başlıyor sayın Denktaş. Bu duruma çok bir anlam veremeden tam sandalyemi makam koltuğunun yanı başına sürüyorum ki aniden gürlüyor;
- Amman ha, ezmeyesin gendini!..
Bereket Kuzey Londra Türk Mahallelerinde geçen fakülte yıllarımdan aşinayım Kıbrıs Türkçe'sine. Yerde ezip basmamam gereken bir şey; bir "gendini" olduğunu hemen anlıyor ve dikkat kesiliyorum ki, o anda küçümen bir kaniş köpecik tüylerini titrete titrete havlayıp çıkıyor masanın altından. Adı Boncuk'muş. Gelen giden görmez, tam üzerine pres yapacakken, ben gibi onları da hep uyarırmış sayın Denktaş.
- Efendim çok yoğun günler geçiyor. Avcılık, fotoğrafçılık, kuş, kanarya sevgisi filan dip frize mi kalktı şu sıralar?
Denktaş, vahşi Batı'nın yaman silahşorları gibi, seri bir jestle elini beline doğru atıp çekiyor makinesini. Yani makine dediğim, Rovelver, Baretta filan değil, küçümen bir dijital fotoğraf makinesini çekip alıyor belinden. Ben gık-guk diyene kadar iki kare flaş bile patlıyor yüzüme.
- Göndereceğim bu resimleri sana da, göresin nasıl olurmuş makine.
5 milyondur bunun pikseli. Ayna gibi çeker...
- Anladım efendim. Belli ki fotoğraf tutkunuz koşullardan bağımsız bir tutku. Lakin yüzünüzde bir sitemkar iz görüyorum. Dargınlık, kırgınlık mı var?
- Bizde dargınlık olmaz. - Efendim hani "kan kussa kızılcık şurubu içtim der" lafı vardır. Siz böyle çok yapıyorsunuz di mi?..
Evet demiyor ama bakışlarındaki yumuşamadan; "Hissiyatımı anladın. Aferin evlat" mesajı alıp, devam ediyorum;
- Efendim kan kızılcık falan dedim de, hemen arkanızdaki sehpada duran küçük şişenin üzerinde de "Kan Şurubu" yazıyor. Hayırdır.
Dönüp şişeyi alıyor... Evirip çeviriyor ve o çok bilindik şakacı hallerine davet ediyor;
- Buraşta içerim gendini ara sıra. Lakin çekmeyesin bunu ha. Rum görür de, 'kansız kalmış bu Denktaş' der sonra...
Sonra kahkahalar patlıyor; sırf biz mi, o ana kadar kıpırtısız duruşundan "yoksa androit mi bu?" diye kuşkulandığımız XXL koruma görevlisi bile gülüyor gevrek gevrek...